İbnu’l-Kayyim rahimehullah, şeytanın insanı saptırma mertebelerini şöyle sıraladı:
Birinci Mertebe:
Şeytan, küfür, şirk, Allah ve Rasulü’ne düşmanlıkla, âdemoğluna üstünlük sağlarsa, inlemesi hafifler ve onunla birlikte yorulan kimseler de rahatlar. Bu, kuldan istediği ilk şeydir. Onu ele geçirinceye kadar, devamlı onunla birlikte olur. Bunu gerçekleştirdiğinde onu, askerlerinden yapar ve onu akranlarının başına vekil olarak tayin eder. Böylece o kul da, İblis’in davetçilerinden ve vekillerinden olur.
İkinci Mertebe:
Bu, bid’attir. Şeytan bunu, günah işlemek ve asilikten daha çok sever. Çünkü onun zararı, dinin kendisinedir. Bu, başkalarına geçen zarardır. Tövbe edilmeyen günahtır. Peygamberin davetine muhalefettir. Onların getirdiklerinin aksine davettir. Bu, küfür ve şirk kapısıdır. Bid’at onu ele geçirdiği ve kendilerinden yaptığında, artık o da onun vekili ve davetçilerin birisi olarak kalır. Eğer onu bu dereceye getirmezse ve sapıklara düşman olanlardan yaptığı kimselerdense, onu üçüncü mertebeye aktarır.
Üçüncü Mertebe:
Bunlar, farklı türleriyle büyük günahlardır. Şeytan, insana büyük günah yaptırmaya çok meraklıdır. Özelikle o kişi peşinden gidilen bir âlimse, insanları ondan nefret ettirmek için bunu çok ister. Sonra onun günahlarını halk arasında yayar. Onların arasından bunları yayacak birisini bulur. O, aklınca, dinî bir görev olarak ve Allah’a kulluk için onun günahlarını yayar. Artık o, farkına varmadan iblis’in vekilidir. “İnananlar arasında çirkin şeylerin yayılmasını arzulayan kimseler için dünyada da ahirette de çetin bir ceza vardır. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Nur 19.)
Onları yaymayı arzuladıklarında durum böyleyse, yayma işini üzerine aldıklarında durum nasıl olur, acaba? Onlar öğüt vermezler, ama iblise itaat edip ona vekillik yaparlar.
Bunların hepsi, insanları âlimden ve ilimden faydalanmaktan tiksindirmek içindir. Bunun günahları ufka ulaşsaydı. Allah katında daha hafif olurdu. Çünkü o tövbe ettiğinde, Allah onun tövbesini kabul eder, işlediği kötülükleri iyiliklerle değiştirir. Bunların günahları ise, müminlere haksızlık etme, onların namuslarına dil uzatma ve ayıplarını ortaya çıkarmadır. Allah Teâlâ, kullarını gözetmektedir. Kalplerde gizli olanlar ona gizli kalmaz. Şeytan bu mertebeden aciz kalırsa, onu dördüncü mertebeye aktarır:
Dördüncü Mertebe:
Bunlar, bir araya gelince, belki sahiplerini helak edecek olan küçük günahlardır.
Derim ki: İmam Ahmed, Sehl b. Sa’d radıyallahu anh’den, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem‘in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Küçümsenen günahlardan sakının. Çünkü küçümsenen günahların durumu, bir vadiye inip de, birinin odun, diğerinde de bir odun getirdiği topluluğun duruma benzer. Böylece onlar, ekmeklerini pişirecek kadar odun toplar. Ne zaman küçümsenen günahlar işlenirse, onlar sahibi helak ederler.”[1] Hafız İbn Hacer; isnadı hasen demiştir.
Darimî ve İbn Mâce Aişe radıyallahu anha’dan, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in kendisine şöyle buyurduğunu rivayet ettiler: “Küçümsenen günahlardan sakın! Çünkü onlar içinde Allah tarafından bir araştırıcı (melek) vardır.”[2]
Esed b. Musa, Zühd’de, Ebu Eyyub el-Ensari radıyallahu anh’ın şu sözünü nakletti: “Kişi, bir iyilik işler, ona güvenir ve küçümsenenleri unutur. Onlar kendisini çepeçevre sarmış olarak, Allah ile karşılaşır. Yine kişi bir kötülüğü işler, bundan dolayı korkar da, emin bir halde Allah ile karşılaşır.”[3]
İbnu’l-Kayyim sözlerine şöyle devam eder: Kul, şeytanı bu mertebeden aciz bırakırsa, onu, beşinci mertebeye aktarır:
Beşinci Mertebe:
Bu derece, sevap da ceza da olmayan, ancak, akibeti, onlarla meşgul olması sebebiyle, onda bulunan sevabı kaçırmak olan mubahlarla meşgul olmaktır.
Derim ki: Bu mübahlar, çok uyumak, çok yiyip içmek, lüks giyinmek ve faydasız şeyler yüzünden uykusuz kalmak gibi işlerdir.
Kul, şeytanı bu dereceden aciz bırakır, nefeslerinin miktarını, onların kesileceğini ve onların karşılığında, ahiret saadeti ve azap olduğunu bilerek vakti konusunda cimri davranır ve vaktini harcamazsa, onu altıncı mertebeye nakleder:
Altıncı Mertebe:
Kulu, fazileti daha üstün olan şey yerine, fazileti düşük olan amelle meşgul etmesidir. Ona, fazileti düşük olan hayrı işlemesini emreder. Kulu, ona teşvik eder ve güzel gösterir. Bu meydana gelince, ondan, daha faziletli ve daha üstün olanı terk eder. İnsanlardan buna dikkat eden azdır. O, taat ve yakınlık olduğunda şüphe edilmeyen taat türlerinden birine çağıran, güçlü ve hareketli bir davetçi gördüğünde, şöyle düşünür: “Bu davetçi şeytandan olamaz. Çünkü şeytan iyiliği emretmez” Böyle der ve bunu bir hayır olarak görerek onun Allah’tan bir davetçi olduğunu söyler. Bu kimse mazurdur. Çünkü bu kimse, şeytanın kötülükten bir kapıya ulaşmak için yetmiş iyilik kapısı emredeceğini veya bu yetmiş kapı ile kendisine daha büyük hayrı ve daha üstün olanı elden kaçırmaya çalıştığını bilmemektedir.
Onu tanımak ancak, Allah Azze ve Celle’nin kulun kalbine attığı nur ile mümkündür. Bunun vasıtası sadece Rasul sallallahu aleyhi ve sellem‘e uymak ve Allah Teâlâ katında amellerin derecelerini gözetmektir. Amellerin Allah’a en sevimli olanı, en çok razı edeni ve kula en faydalı olanı; Allah’a, Rasulüne, kitabına ve mümin kullarına - havassına ve avamına – nasihat etmek/samimi olmaktır. Bunu ancak, peygamberlerin varislerinden ümmet içindeki vekillerinden ve yeryüzündeki halifelerinden olan kimse bilir. İnsanların çoğu bundan mahrumdurlar. Bu onların akıllarına gelmez. Allah, kullarından dilediklerine lütfeder.
Kul şeytanı bu altı mertebeden aciz ve çaresiz bırakırsa, kafasını karıştırmak, açtığı savaşla fikrini meşgul etmek ve insanların ondan faydalanmasını engellemek için, çeşitli kötülükler, düşündürmek, şaşırtmak, ondan sakındırmak ve söndürmek suretiyle insan ve cinlerden olan taraftarlarını ona musallat eder. Bozguncu insan ve cin şeytanlarını bırakıp usanmadan ona musallat etmeye çalışır.”[4]
Bu, toplumumuzda açıkça görülen bir durumdur. Dinine, peygamberlerinin sünnetine sarılan ve onun metoduna takip eden bir kul yoktur ki, yüz çevirme, ters davranış, akraba olanın ve olamayanın dost ve düşmanların alayıyla karşılaşmasın. O kişinin Allah’tan başka sığınacak yeri yoktur. Bu açık ve gizli olarak, islam’a sarılanların halidir. Bunlar, Nebî sallallahu aleyhi ve sellemin “Gariplere ne mutlu” sözüyle müjdelediği gariplerdir.[5]
[1] Fethu’l-Bari, (11/329)
[2] Darimi, (2/303), İbn Mace, (2/1417), el-Elbani, Silsiletu’l-Ehadisi’s-Sahiha’da (513) sahih demiştir..
[3] Fethu’l-Bari (11/330)
[4] Et-Tefsiru’l-Kayyim. (614)
[5] Müslim, (2/176, Nevevi).