İbn Teymiyye rahimehullah, el-İman kitabında şöyle demiştir:
“Müslümanlar arasında arap olmayanlar (acemler)in sayısı çoğalınca "zındık" terimi ortaya çıktı. Bu terim zamanla fıkıh âlimlerinin diline de girdi. Bunun üzerine "Halk arasında zındık olarak tanınan ve bu hali ile hükümdarın huzuruna çıkarılan kimsenin tevbesi kabul olunur mu?" diye bir tartışma çıktı.
* Malikiye, Ahmed b. Hanbel'den gelen iki rivayetten birine, Şafii'nin ileri gelen taraftarlarından bir bölümüne ve Ebu Hanife'ye dayandırılan iki görüşten birine göre bu sorunun cevabı olumsuzdur, yani "zındık"ın tevbesi makbul değildir.
* Buna karşılık Şafiî mezhebinden kaynaklanan meşhur rivayet böyle birinin tevbesinin kabul edilmesi yolundadır. Ahmed b. Hanbel'e dayandırılan ikinci bir rivayet ile Hanefî Mezhebinin bu konudaki başka bir görüşü de böyledir. Bazı mezhep imamlarının bu konudaki görüşleri daha da detaylıdır.
Bu konuya girmekteki maksadımız "zındık" kelimesinin adı geçen fıkıh imamlarının dilinde Nebî sallallahu aleyhi ve sellem zamanındaki "Münafık" terimi ile aynı anlama geldiğini belirtmektir. Bu anlam da kişinin zahirde müslüman görünürken aslında ve iç dünyasında göründüğünden başka türlü olması demektir. Bu kişi isterse yahudilik, hristiyanlık ve benzeri bir dinin bağlısı olsun; isterse de Allah'ın varlığını, ahireti ve salih amelleri reddeden bir inkârcı olsun.
Çoğu kelâm bilginleri ile sıradan halkın dilinde "zındık" bu anlamların ikincisine gelirken fıkıh âlimleri bu terimi ilk anlamda kullanmışlardır. Çünkü fıkıh âlimleri bu terimi kullanırken kâfir ile kâfir olmayanı ve mürted (islâmdan dönen) ile böyle olmayanı birbirinden ayırt etmek istemişler, ayrıca kâfir ve mürted niteliklerini açığa vuranlarla gizli tutanları hep birlikte bu terimin kapsamı altında gördükleri gibi küfür ve mürtedlik derecelerine bakmaksızın her türlü kâfir ve mürted hakkında bu terimi kullanmışlardır.
Bilindiği gibi Allah Azze ve Celle kâfirliğin "fazlalık"la nitelenebileceğini belirtmiştir. Tıpkı imanın "fazlalık"la nitelenebileceğini ifade ettiği gibi. Nitekim O şöyle buyurmuştur:
"Savaşmanın yasak olduğu haram ayları ertelemek küfürde daha ileri gitmektir.” (Tevbe 37)
Yine Allah Azze ve Celle aşağıdaki ayette, ahirette bazı kâfirlerin diğer bazı kâfirlerden daha ağır azab göreceklerini haber vermiştir:
"Onlar ki, inkâr ettiler ve insanları Allah'ın yolundan alıkoydular. İşte onların azabını kat kat artırdık.” (Nahl 88)
Bu incelik bu konuda mutlaka bilinmesi gereken temel bir prensiptir. Çünkü iman ve küfür konusunda konuşup sapık görüşlülerin kâfir olduklarını belirtenler bu temel prensibi göz önünde bulundurarak kişinin dış görünüşü ile iç yüzünün hükmünün farklılığını fazla irdelememişlerdir. Oysa bu iki durumun hükmü ile ilgili ayırım dinimizin temel kaynakları olan Kur'an ve sünnetle icma-i ümmetle gözetilmekte, hatta bu dinin temel niteliğinden kesinlikle anlaşılmaktadır.
Bu temel prensibi inceleyen kimse bilir ki, çoğu sapık görüş ve bidat taraftarları Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in bildirdiği gerçekleri iyice anlayamadığı için yanılgıya düşmüş hatalı birer mümin olabilecekleri gibi asıl mahiyetlerini gizleyerek olduğundan başka türlü görünen zındık birer münafık da olabilirler.
Bu konudaki diğer bir temel prensip de şudur. Gerek Kur'an'da ve gerekse Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in hadislerinde bazı kimselere “Müslüman" denebileceği, fakat "mümin" denemeyeceği belirtilmiştir. Nitekim Allah Azze ve Celle şöyle buyuruyor:
Mümin-Müslüman Farkı
"Bedeviler "iman ettik" dediler. Onlara de ki; "Siz iman etmiş değilsiniz. Bu yüzden “İslâm olduk” deyiniz. Çünkü henüz iman kalplerinize girmedi. Eğer Allah'a ve O'nun Rasûlüne itaat ederseniz, Allah yaptığınız amellerden hiç birinin karşılığını noksan bırakmaz. Hiç şüphesiz O bağışlayıcı ve rahimdir.” (Hucurat 14)
Öte yandan Allah Azze ve Celle Lut Kavminin kıssasını anlatırken şöyle buyuruyor:
"Orada müminlerden kim varsa çıkardık. Zaten orada Müslümanlardan bir ev halkından başka kimseyi bulamadık." (Zariyat 35-36)
Bazıları bu ayete göre "mümin" ve "Müslüman" terimlerinin aynı anlama geldiklerini ve buna göre bu ayetle yukarıdaki ayet arasında çelişki bulunduğunu sandılar. Oysa durum böyle değildir. Tersine bu iki ayet arasında sıkı bir anlam benzerliği vardır. Çünkü Allah Azze ve Celle ikinci ayette "orada bulunan müminleri çıkardığını, fakat orada bir tek ev halkından başka hiç bir müslümana rastlanmadığını bildirmektedir.
Şöyle ki, Lut aleyhi's-selâm’ın eşi şehirde kalan ailelerden birine mensuptu. O şehirden çıkarılıp kurtulanlar arasında değil, şehirde kalıp azaba çarpılanlar arasında idi. Çünkü o görünüşle kocasının dinine bağlı olup tarafında yer alır gibi davranıyordu idiyse de aslında kabilesinin yanında ve onların dinine bağlı idi. Bu yüzden eve gelen misafirleri kabilesine haber vererek kocasına ihanet etmişti. Nitekim Allah Azze ve Celle şöyle buyuruyor:
"Allah kâfirlere örnek olarak Nuh'un karısı ile Lût'un karısını gösterdi. Bu ikisi salih kulumuzun nikâhı altındayken kocalarına ihanet ettiler." (Tahrim 10)
Yalnız şunu belirtmek gerekir ki, bu iki kadının ihaneti ırz veya yatak konusunda değil, din konusunda idi. Çünkü bir peygamber eşinin kocasını aldatması düşünülemez. Ayrıca bilindiği gibi bazı şeriatlere göre kâfir kadınlarla evlenilebilir. Nitekim bizim şeriatımızda da kâfirlerin bir çeşidi olan ehl-i kitab kadınlarla evlenmek caizdir. Buna karşılık kocasını aldatan bir kadınla evlenmek deyyûsluktur ki, Allah Azze ve Celle tüm peygamberlerini böylesine yüz kızartıcı bir sıfattan uzak tutmuştur. Buna göre "Fahişe bir kadınla tevbe etmedikçe evlenmek haramdır" diyen fıkıh âlimleri doğru söylemişlerdir.
Sözün kısası, Lût aleyhi's-selâm'ın karısı mümin olmadığı gibi şehirden çıkarılıp kurtulanlardan biri de değildi. Buna göre "orada müminlerden kim varsa çıkardık" şeklindeki ilâhi ifadenin kapsamına girmiyordu. O şehirde bulunan "müslüman bir aileye mensup olduğu için Allah Azze ve Celle onun hakkında "Zaten orada müslümanlardan bir ev halkından başka kimseyi bulamadık" buyurmuştur. Yani Kur'an-ı Kerîm "şehirden çıkarmaktan" bahsederken de "müslim"liği dile getirerek bize hikmetli üslûbunun bir örneğini vermektedir. Tıpkı bunlar gibi Allah Azze ve Celle bir başka ayette de şöyle buyuruyor:
"Müslüman erkek ve kadınlar ile mümin erkekler ve kadınlar." (Ahzab 35)
Görüldüğü gibi bu ayette de Allah Azze ve Celle "müslim" ile "mü’min'i birbirinden ayrı saymıştır. Böylece bu konuda Kur'an-ı Kerim'den üç tane delil göstermiş olduk.
Ayrıca Buharî ile Müslim'de Sa’d b. Ebi Vakkas radıyallahu anh tarafından rivayet edilen şöyle bir hadis vardır. Sa’d b. Ebi Vakkas diyor ki: "Bir gün Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in huzuruna gelen bir kaç kişiye sadaka vermiş, fakat bir kişiye hiç bir şey vermemişti. Bunun üzerine kendisine "Ya Rasulallah! Falancaya sadaka vermedin, Oysa o '"mümin"dir." dedim. Nebî sallallahu aleyhi ve sellem bana “Yahut müslim’dir" diye karşılık verdi. Bir süre sonra yine kendimi tutamayarak Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’e: "Ya Rasulallah! Falancaya ve falancaya sadaka verdiğin halde filancaya vermedin. Oysa o kişi mümindir" dedim. Nebî sallallahu aleyhi ve sellem bana yine iki veya üç kere üst üste: "Yahut müslimdir!" diye karşılık verdikten sonra bana aslında daha çok sevdiği o kimseyi bırakarak diğer bir kaç kişiye sadaka vermesinin sebebinin sadaka verdiği kimselerin Allah tarafından sürüne sürüne cehenneme atılmalarından duyduğu endişe olduğunu anlattı."
Zuhrî bu hadisi açıklarken diyor ki: "O devrin anlayışına göre İslâm; Kelime-i Şehadet getirmek ve iman da amel işlemek demekti. Oysa Nebî sallallahu aleyhi ve sellem bu hadiste Sa’d b. Ebi Vekkas radıyallahu anh'a iki ayrı cevap veriyor. Birincisi demek istiyor ki, "Senin mümin olduğuna şahitlik ettiğin kişi, mümin değil, müslim olabilir." İkincisi "Eğer o kişi mümin ise diğerlerinden daha üstün ve değerlidir. Bu duruma göre imanca daha zayıf kimselere sadaka veriyorum ki, yoksulluk bu kimselerin dinden çıkıp Allah'ın kendilerini cehenneme atmasına yol açmasın."
Buna göre Kur'an-ı Kerim ile sünnetin "mümin" değil de "müslim" olduklarını belirttiği bu kimseler acaba aslında iç âlemlerinde kâfir olan münafıklar mıdır, yoksa çok zayıf imanı olan kimseler de bu kategoriye girer mi? Bu nokta değişik branştan âlimler arasında tartışmalıdır.
Bir gurup hadis ve kelâm âlimi ile bu gurubun görüşünü paylaşanlara göre Kur'an-ı Kerim ile hadiste bu şekilde belirtilenler görünüşte teslim olup İslam’a boyun eğdikleri halde kalplerinde hiç iman bulunmayan kimselerdir.
Bu görüşün sahipleri diyorlar ki; "Allah tarafından kabul edilen İslâm, iman temeline dayanır, ondan ayrı düşünülemez. Fakat söz konusu kimseler iç âlemlerinde değil de görünüşte müslim oldukları için iç âlemleri itibarı ile ne müslim ve ne de mümin olmamışlardır. Allah Azze ve Celle şöyle buyuruyor:
"Kim İslâm'dan başka bir din ararsa (bulacağı din Allah tarafından) asla kabul edilmez" (Al-i İmran 85)
Yani her müslim, aynı zamanda mümindir. İslam’a ters düşen, ona yabancı kalan şey Allah katında makbul değildir. Buna göre iman'ın islâm'dan bir parça olması onun kapsamına girmesi gerekir. Zira müminlerin Allah'a ve Rasulûne itaat edince karşılığında sevap kazanacakları kesinlikle bilinen bir gerçek olduğuna göre bunu belirtmek gereksiz olur.
Ayrıca ayette bu kimselerin kalplerine "henüz" iman girmediği belirtildikten sonra kendilerine "Eğer Allah'a ve Rasulûne itaat ederseniz, Allah hiç bir amelinizin sevabını zayi etmez" diye hitap etmektedir. Eğer bu kimseler bu durumdayken Allah'a ve Rasulûne itaat etmenin karşılığında sevap kazanmayacak olsalar, bu hitap anlamsız olurdu. Çünkü Allah Teâlâ, bu ayetin devamında Allah'a ve Rasulûne itaat etmenin bu kimselerin daireleri dışında tutuldukları "müminlerin vasfı olduğunu belirterek şöyle buyuruyor:
"Müminler ancak onlardır ki, Allah'a ve Rasulûne inandılar, sonra da şüpheye düşmediler. Arkasından da malları ve canları ile Allah yolunda savaştılar. İşte iman iddiasında doğru olanlar bunlardır."
Bu ayette belirtilen hal, imana gerçeklik kazandıranların halidir, yoksa zerre kadar imanı olanların niteliği değildir. Nitekim Allah Teâlâ başka bir ayette şöyle buyuruyor:
"Müminler o kimselerdir ki Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir ve kendilerine Allah'ın ayetleri okunduğu zaman imanlarını pekiştirir, ayrıca Rabblerine tevekkül ederler. Namazlarını kılarlar ye kendilerine verdiğimiz rızıktan başkalarına verirler. İşte gerçek müminler bunlardır." (Enfal 2-4)
Başka bir ayette de şöyle buyurulmuştur:
"Müminler o kişilerdir ki, Allah'a ve Rasulûne gönülden inanmışlardır. İçtimai bir iş görüşmek üzere Allah'ın Rasulünün yanında bulundukları zaman O'ndan izin almadan gitmezler. Ey Muhammed! Yanından ayrılırken senden izin alanlar, İşte Allah'a ve Peygambere inananlar onlardır." (Nur 62) Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in "Zina eden kimse, zina ettiği anda mümin değildir..." şeklinde başlayan hadisi ve buna benzer hadisleri de yukarıdaki ayetlerin ışığında düşünülmelidir.
Yukarıdaki ayet açıkça belirtir ki, söz konusu bedevilerde bulunmadığı belirtilen iman, cehennemde ebediyyen kalmayacak olan fasık kıble ehlinde bulunmayan imandır. Yoksa böylelerinin her birinde birazcık iman vardır. Bu imanın bulunmayışı sahibini ebediyyen cehennemde bırakan küfrün varlığını gerektirmez.
Bu durumun açıkça anlaşılması bu noktadaki kargaşalığı gidererek okuyucuya şunu öğretir ki, Müslümanlar arasında ne cehennemin en alt katına atılacak olan kesin münafıklardan ne haklarında "Müminler, ancak onlardır ki, Allah'a ve Rasulüne inandılar sonra da şüpheye düşmediler. Arkasından da malları ve canları ile Allah yolunda savaştılar. İşte iman iddiasında doğru olanlar bunlardır" diye duyurulanlardan ve ne de haklarında "İşte gerçek müminler bunlardır" diye duyurulanlardan olmayan bir kesim vardır.
Buna göre bu kesim ne münafıktır ne gerçek anlamda sadık mümindir ve ne de hiç azab görmeksizin doğrudan doğruya cennete gireceklerdendir. Tersine bu kesimin amel defterlerinde hem ibadet, hem günah; hem iyilik ve hem de kötülük bulunur. Bu zümrenin ebediyyen cehennemde kalmalarını engelleyecek derecede imanları olduğu gibi, bir süre cehennemde kalmalarını gerektiren büyük günahları da vardır.
Bu kesime bazı âlimler "koyu fasık" adını vermişlerdir. Hemen belirtelim ki, bu kesimin gerek ismi ve gerekse tabi olduğu hüküm, âlimler arasında tartışmalı bir konudur. Bu noktadaki anlaşmazlık İslam tarihinde "temel inanç prensipleri" alanında beliren ilk anlaşmazlıktır.
İmam Ahmed b. Hanbel "Haricilerle ilgili değişik kanallardan rivayet edilmiş on tane sahih hadis vardır" diyor. Müslim bu on hadise, aynen Ahmed b. Hanbel gibi yer vermiştir. Buharı bu hadislerin bir kaç tanesine yer verirken diğer hadis kaynaklarında da bunlar içinde, değişik sayıda hadise rastlanmaktadır.
Söz konusu hadislerin en sahihleri Ali b. Ebi Talib radıyallahu anh ile Ebu Said el-Hudrî radıyallahu anh tarafından rivayet edilen iki hadistir. Buharî ile Müslim'in ortaklaşa yer verdikleri bu hadislerden birincisine göre Ali radıyallahu anh şöyle diyor:
"Size Nebiniz sallallahu aleyhi ve sellem’in bir hadisini naklederken gökten yere düşmeyi Rasulûllah sallallahu aleyhi ve sellem adına yalan yere bir söz yakıştırmaya tercih ederim. Fakat eğer benimle onlar (Hariciler) arasındaki olaylardan size söz edecek olursam bilmelisiniz ki harp hileden ibarettir. Bir defasında Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu işitmiştim:
"Ahir zamanda ortaya yaşları genç ve kafalarında ham hayaller besleyen bir grup (kavim) çıkacaktır. En hayırlı insanların söylediği sözleri konuşurlar, ama imanları gırtlaklarından aşağı inmez. Bunlar ok yaydan çıkar gibi dinden sıyrılıp çıkacaklardır. Onları rastladığınız yerde öldürünüz. Çünkü onları öldüren kimse Kıyamet günü bu yaptığından dolayı sevap kazanacaktır."
Yine Buharî ile Müslim'in ortaklaşa yer verdikleri öbür hadise göre Ebu Said el-Hudrî radıyallahu anh şöyle diyor:
"Ali b. Ebi Talib, Yemen’den Peygamberimize deriye sarılı bir parça külçe altın göndermiştim. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem de henüz cürufundan ayrılmamış olan bu altın filizini dört kişi arasında bölüştürdü. Sahabilerden biri bu konuda "O altın o adamlara değil, bize verilmeliydi" diye konuştu. Bu sözler kulağına varınca Nebî sallallahu aleyhi ve sellem o sahabiye: "Bana güven miyor musunuz? Oysa göktekinin (Allah'ın) güvenine mazhar olmuş bir kimseyim, nitekim sabah-akşam bana gökten haber geliyor" diye karşılık verdi.
Bu sırada orada bulunan göz çukurları derin, elmacık kemikleri ile alnı çıkık, gür sakallı, başı traşlı ve beli kuşaklı bir adam ayağa kalkarak Peygamberimize
"Ya Rasulallah, Allah'tan kork" dedi. Peygamberimiz de adama
"Yazıklar olsun sana! İnsanlar arasında Allah'tan en çok korkan (bu sıfatı taşımaya en lâyık) kimse ben değil miyim?" diye karşılık verdi. Bunun üzerine adam geri dönüp oradan uzaklaşmaya koyuldu. Arkasından Halid b. Velid radıyallahu anh:
"Ya Rasulallah, onun boynunu vurayım mı?" diye sordu. Peygamberimiz, Halid'e:
"Belki namaz kılan biridir" karşılığını verdi. Halid radıyallahu anh, Peygamberimizin bu sözlerine "Nice namazlar kılan kimse var ki, kalbinde olmayanı dili ile söylüyor" diye karşılık verince Rasulûllah'dan
"Bana insanların kalplerini yarayım, göğüslerini oyayım diye emir verilmedi" cevabını aldı. Daha sonra arkasını dönüp gitmekte olan adama bakan Peygamberimiz şöyle dedi;
"Bu adamdan kaynaklanan öyle bir nesil gelecek ki, onlar Allah'ın Kitabını kuru kuruya okuyacaklar, okudukları gırtlaklarından aşağı inmeyecektir. Onlar ok yaydan çıkar gibi dinlerinden sıyrılıp çıkacaklardır." Öyle sanıyorum ki Rasulullah bu sözlerini "Eğer onlara yetişirsem âd kavmiyle savaşıldığı gibi onlara karşı savaşırım" diye bağlamıştır.
Bu ifade Müslim'e aittir. Yine "Müslim'de yer aldığına göre Ebu Said-el-Hudrî "Peygamberimiz, ümmeti arasında bulunup ayrı bir fırka (gurup) halinde ortaya çıkacak olan bir kavimden söz etti. Bunların görünür belirtisi başlarının traşlı olmasıdır. "Peygamberimiz onlar hakkında
"Onlar insanların en kötüleridirler" veya "Onlar insanların en kötüleri arasındadırlar" dedikten sonra sözlerini "iki Müslüman grubun hakka daha yakın olanı onlarla savaşacaktır" diye bağladı. Ey Iraklılar, onlarla sizler savaştınız."
Bu hadis, Ebu Bekre -Allah ondan razı olsun- tarafından rivayet edilip Müslim'de yer alan Hasen radıyallahu anh ile ilgili "Benim bu oğlum (torunum) Seyyid'dir. Allah onun aracılığı ile iki büyük müslüman grubu birbiri ile barıştıracaktır" şeklindeki hadisle birlikte incelenince açıkça anlaşılır ki;
1) Sıffîn'de birbirleri ile savaşan grupların her ikisi de mü'mindir.
2) Bu iki gurubun barışması - Hasen radıyallahu anh'ın yaptığı gibi-Allah katında savaşmalarından daha makbuldür.
3) Bu iki gurup arasındaki savaş her ne kadar emredilmiş bir şey değil idiyse de Ali radıyallahu anh ve taraftarları, Muaviye radıyallahu anh ile taraftarlarına göre hakka daha yakın idi. Çünkü Haricilere karşı savaşmak Peygamberimiz tarafından emredilen bir şeydir. Bu yüzdendir ki, gerek sahabiler ve gerekse büyük mezhep imamları onlarla savaşma konusunda müttefikti.
Bu konuda biz de deriz ki; halife Osman radıyallahu anh öldürülüp de Ali radıyallahu anh Irak'a gidince ve ümmet arasında gerek Cemel gerekse Sıffın olayları sırasında herkesçe bilinen fitne ve ayrılık meydana gelince çatışan tarafların her ikisine de karşı çıkan "Hariciler" adında bir üçüncü kesim meydana çıktı. Nebî sallallahu aleyhi ve sellem daha önce gerek bunların ortaya çıkacağını ve gerekse haklarındaki hükmün nasıl olduğunu bildirmişti.
Sözünü ettiğimiz bu hariciler çeşitli adlarla anılırlar. Bunlar ilk önce "Harura" denen yerde ortaya çıktıkları için kendilerine "Haruriye" adı verildiği gibi Ali radıyallahu anh ile Nehrevan'da savaştıkları için "Ehl-i Nehrevan (Nehrevanlılar) adı ile de anılırlar. Önemli kolları Abdullah b. Ibaz'ın taraftarları olan "Ibaziye" ile Nafi b. Ezrak'ın taraftarları olan "Ezarika" ve Necdetu’l-Haruri'nin taraftarlar olan "Necedat"tır.
Hariciler, günahları gerekçesi ile hatta kendilerince günah sayılan davranışları sebep göstererek kıble ehlini kâfir sayıp kanlarının akıtılmasını helâl şayan ilk zümredirler. Onlar vaktiyle Peygamberimizin haklarında buyurduğu gibi "putperestleri bırakıp Müslümanları öldürüyorlardı."
Nitekim bunlar Ali radıyallahu anh’ın kanını akıtmayı helâl görerek öldürmüşlerdir. Bilindiği gibi Ali radıyallahu anh’ı Abdurrahman b. Mulcem adındaki harici öldürmüştür. Gerek bu adam ve gerekse diğer bazı harici arkadaşları ibadet konusunda müctehid olarak ortaya çıktılar. Fakat bunlar Ehl-i Sünnet yolundan ayrılan cahillerdir. Onlara göre insanlar ya mümin veya kâfirdir. Mümin bütün farzları yerine getiren ve bütün haramlardan kaçınan kimseye denir. Onların görüşüne göre böyle olmayan herkes ebediyyen cehennemde kalacak olan bir kâfir idi. Daha sonra kendileri gibi düşünmeyen herkesi böyle sayarak "Osman, Ali ve benzerleri Allah'ın indirdiği prensiplere aykırı hükümler verdikleri için zalim ve dolayısı ile kâfirdirler" demişlerdir.
Haricîlerin bu görüşü Kur'an'da ve sünnette bulunan birçok delil karşısında asılsız ve batıldır. Örnek verecek olursak Allah Teâlâ Kur'an'da hırsızı öldürmeyi değil, elini kesmeyi emretmiştir. Eğer hırsız bu davranışı yüzünden Müslümanlar arasında "Haricilerin" mahiyeti meydana çıkınca sahabiler onlar hakkında konuşarak kendileri ile ilgili Peygamber hadislerini açıkladılar ve onların görüşlerini reddeden Kur'an ayetleri belirttiler. Böylece bu kimselerin bidatçi olduğu herkes tarafından anlaşıldı.
O Haricîlerin arkasından "Mutezile"ler geldi. Bunlar Hasen el-Basrî'nin ölümünden sonra ehl-i sünnet ve'l-cemaat'den ayrılan Amr b. Ubeyd ve Vasıl b. Ata ile bunların taraflarından meydana geliyordu. Bu kimseler tıpkı hariciler gibi: "Büyük günah işleyenler ebediyyen cehennemliktirler. Biz onlara ne mümin ve ne de kâfir diyor, tersine onları fasık diye adlandırarak mümin ile kâfir arasında bir yerde kabul ediyoruz" dediler. Ayrıca "mutezileler Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in ümmeti arasındaki büyük günahkârlara şefaat edeceğini ve bu kimselerin bir süre cehennemde kaldıktan sonra çıkacaklarını reddetmişlerdir. Onlara göre insanlar hiç azap görmeyecek olan "iyiler" ile hiç saadet yüzü görmeyecek olan "kötüler" olmak üzere ikiye ayrılırlar. Öte yandan "kötüler" kâfirler ve fasıklar olmak üzere iki kesimden meydana gelirler. Görüldüğü gibi "mutezileler, "Hariciler" gibi düşünerek büyük günah işleyenleri kâfir saymamışlardır.
Mutezile mezhebine, Haricilere verdiğimiz cevabın aynısını vererek kendilerine şöyle deriz: Hariciler nasıl insanları günahsız müminler ile sevapsız kâfirler olarak iki kısma ayırdılar ise siz de bütün insanları günahsız müminler ve sevapsız kâfir ve fasıklar olarak ikiye ayırıyorsunuz. Oysa eğer fasıkın bütün iyi amelleri yok sayılıp kendisi de ebedî cehennemlik olsaydı, tıpkı mürted (dinden dönen kimse) gibi ölüm ve köleleşme cezasına çarptırılması gerekirdi. Halbuki fasık, münafığın tersine dine inandığını açığa vurmuştur ve Allah da şöyle buyurmaktadır:
"Allah kendisine ortak koşulmasını affetmez. Fakat bunun dışında kalan günahları dilediğine bağışlar." (Nisa 48)
Görülüyor ki, Allah Teâlâ bu ayette şirkin dışında kalan günahları affetmeyi dileğine bağlamıştır. Öte yandan bu ayetteki affı tevbe şartına bağlamak doğru değildir. Çünkü tevbe söz konusu olunca şirk ile başka bir günah arasında fark yoktur. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
"De ki; ey nefislerine aşırı derecede zulmeden kullarım, Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyiniz. Çünkü Allah bütün günahları affeder." (Zumer 53)
Görüldüğü gibi bu ayette söz konusu olan tevbe eden kimse olduğu için Allah Teâlâ tüm günahları kapsayan genel bir ifade kullanmıştır. Oysa yukarıdaki ayette tevbe şartı söz konusu olmadığı için affı sınırlı ve şarta bağlı tutmuştur.
Öte yandan Allah Teâlâ başka bir ayette şöyle buyuruyor:
"Sonra Kitab'ı, kullarımızdan seçtiklerimize miras verdik. Onlardan kimi nefsine zulmedendir, kimi orta yoldadır ve kimi de Allah'ın izin ile hayırlarda öncüdür ki, bu büyük bir lûtuftur. Onlar Adn cennetlerine girerler ve orada altın bilezikler ve inciler takınırlar ve elbiseleri ipekten olur. "Bizden hüznü gideren Allah'a hamd olsun, hiç şüphesiz Rabbimiz affedici ve şükre karşılık verendir. Bize ebedi ikamet edilecek ahiret yurdunu kereminden ihsan eden O'dur. Orada bize ne yorgunluk ve ne de bıkkınlık dokunur" derler.” (Fatır 32-35)
Görülüyor ki, Allah Teâlâ bu ayetlerde "kendilerine kitap vererek seçmiş olduğu" bu ümmeti üç kesime ayırıyor:
1) Nefislerine zulmedenler
2) Orta yolda olanlar
3) Hayırlılarda öncü olanlar. Bu üç kesim Cebrail aleyhi's-selâm hadisinde geçen "islâm", "iman" ve "ihsan" derecelerine tekabül eder.
Hepimiz biliyoruz ki, ayetteki "Nefsine zulmeden" deyimi eğer "büyük günahlardan kaçman ve bütün günahlardan tevbe eden kimse" şeklinde yorumlanmak istenirse böyle bir kimse bu kesime girmeyerek ya "orta yolda olan" veya "Hayırlarda Öncü" kategorilerden birine girer. Çünkü hiç bir Âdemoğlu yoktur ki, hiç günah işlememiş olsun. Fakat işlediği günahlardan tevbe eden kimse ya "orta yolda olan" veya "hayırlarda öncü" olmak derecesine kavuşur. Ayrıca Allah Teâlâ'nın şu ayette belirttiği gibi büyük günah işlemekten uzak duran kimsenin diğer günahları affedilir:
"Eğer size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı bağışlarız." (Nisa 31) Öte yandan "Nefsine zulmedenler" arasında belirli bir süre azap çekerek günahlardan kimseler bulunmalıdır. Çünkü Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in belirttiğine göre dünyada müminin başına belalar günahlarına karşılık ve kefaret olan faktörlerdendir. Nitekim Buhari ve Müslim'in ortaklaşa yer verdikleri bir hadiste Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor: "Müslümanın başına gelen hiç bir bela, hiç bir musibet, hiç bir üzüntü, hiç bir keder ve ayağına batan dikene varıncaya kadar hiç bir sıkıntı yoktur ki, karşılığında Allah günahlarından birini silmemiş olsun."
Müsned ve diğer hadis kaynaklarında belirtildiğine göre "Kötülük yapan, cezasını görür" (Nisa 123) mealinldeki ayet inince Ebu Bekir radıyallahu anh: "Ya Rasulallah! Hepimizin belini bükecek bir ayet geldi, hangimiz kötülük işlemiyor ki?" dedi. Peygamberimiz de ona şu cevabı verdi:
"Ya Eba Bekir, sen hiç sıkıntı çekmez, hiç üzülmez misin? Hiç başına belâ gelmiyor mu? Bunların her biri günahlarına kefaret otur."
Öte yandan bazı kimselerin cehenneme girdikten bir süre sonra oradan çıkacaklarını ve Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in cehennemlik bazı kimselere şefaat edeceğini belirten çok sayıda hadis vardır. Bu yoldaki hadisle şu iki mezhebin görüşlerine karşı cevap mahiyetindedir. Sözünü etmek istediğimiz mezhepler "Cehenneme girecek olan Tevhid ehli, bir daha hiç oradan çıkmayacaktır”, diyen "Vaidiye" ile "Tevhid ehli arasında cehenneme girecek olanlar olacak mı, yoksa olmayacak mı, bilmiyoruz" diyen "Murcie-i Vakıfe" mezhepleridir. "Şiiliğin bazı kolları ile "Eşari"liğin Kadı Ebu Bekir ve onun gibi düşünen bazı taraftarları da bu görüştedirler. "Mürcie" mezhebinin bazı aşırı unsurları tarafından savunulan "Tevhid ehli arasında hiç kimse cehenneme girmeyecektir" şeklindeki görüşe gelince ilim adamları arasında bu görüşü savunduğu bildirilen bir tek kimse bile tanımıyoruz.
Ayrıca yukarıda gördüğümüz gibi Nebî sallallahu aleyhi ve sellem içki içtiği için bir kaç sefer sopalanma cezasına çarptırılan bir kimsenin Allah'ı ve Rasulullah'ı sevdiğine şahadet edip onun lanetlenmemesini istemiştir. Bilindiği gibi, Allah ve Rasulullah'ı seven kimseyi gerek Allah ve gerekse Rasulûllah, onun sevgisi oranında severler.
Şunu da hatırlatalım ki, müminlerin anası Aişe radıyallahu anha'ya bilinen o ağır iftirayı yöneltenler arasında Bedir savaşları arasında bulunan Mıstah b. Usase radıyallahu anh da vardı. Bilindiği gibi Ebu Bekir radıyallahu anh bu olay üzerinde Mistah'la maddi ve manevi her türlü ilişkisini tümü ile keseceğine dair yemin edince bu konuda şu ayet inmiştir:
"Aranızdaki fazilet ve servet sahipleri yakınlarına, yoksullara ve Allah yolunda göç edenlere bir şey vermemeye yemin etmesinler; böylelerini affetsinler, yaptıklarına göz yumsunlar. Allah sizi affetsin, istemez misiniz?" (Nur 22)
Belki "Ama Mistah ve onun gibiler tevbe ettiler" denebilir. Fakat yukarıdaki ayette görüleceği üzere Allah Teâlâ, bunların affedilmeleri, yaptıklarına göz yumulup kendilerine iyilik edilmesi için tevbe etmelerini şart koşmuştur. Tıpkı bunun gibi diğer bir Bedir savaşçısı olan Hatıb b. Ebi Beltea müşriklere mektup yazarak onlara Nebî sallallahu aleyhi ve sellem ile ilgili bilgiler verdiği için Ömer radıyallahu anh kendisini öldürmek isteyince Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’den şu cevabı almıştır;
“Bilmediğin bir şey var. Allah Teâlâ, Bedir savaşçılarına tecelli ederek kendilerine "Ne kötülük işlerseniz, işleyiniz, tüm kötülüklerinizi bağışladım" buyurmuştur.”
Bunlar böyle olduğu gibi, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğu kaynaklarda yer almıştır: "Ağacın altında bana biat eden hiç kimse cehenneme girmeyecektir."
Kur'an ve hadis kaynaklı bu deliller sözü edilen iyi ameller sayesinde kötülüklerin affedileceğini, bunun için ayrıca tevbe şartının aranmadığını, aksi halde tevbe kapısının sadece söz konusu kimselere mahsus olmadığını belirtir. Kısacası yukardaki hadisler, sözü edilen iyi amellerin affedilmeyi gerektirdiğini ifade eder.
Belki "Bu durum sadece küçük günah işleyenler için söz konusudur" denebilir. Fakat incelediğimiz delillerde böyle bir sınırlama olmadığına göre affedilecekleri bildirilen bu kimselerin büyük günah da işlemiş olabilecekleri anlaşılmaktadır.” (İbn Teymiyye, el-İman s.16-36)
İbn Teymiyye rahimehullah yine şöyle demiştir:
“Hariciler müslümanlara karşı savaş açana kadar Ali radıyallahu anh ve arkadaşları onların kâfir olduklarına hükmedip kendilerine savaş açmamışlardır. Bidatçilerin ve Kur'an'ı şahsî arzularına göre yorumlayanların kâfir sayılıp sayılamayacakları ve bunların ebedi cehennemlik kabul edilip edilemeyecekleri konusu âlimler arasında tartışmalı bir konudur. Hiç bir imam yoktur ki, bu konuda kendisine iki ayrı görüş dayandırılmış olmasın. Maliki, Şafii, Ahmed ve diğer imamlar gibi.
Bu imamların bazı taraftarları bu tartışmayı bütün bidatçilere yaygınlaştırarak onları ebedi cehennemlik saymıştır. Hatta böyleleri bidatçi olduğuna inanılan herkesin ebedî cehhennemlik sayılmasını zorunlu kabul etmişlerdir. Kimi de bu tutumun tam tersini benimseyerek küfre ve inkâra sürükleyici söz söylemiş bile olsalar Kur'an'ı kendi bildiğine göre yorumlamaya kalkışan hiç bir kimsenin kâfirlikle suçlanamayacağını ileri sürmüştür.
Bu konuyu şöyle inceleyebiliriz. Herhangi bir söz küfür olabilir. "Cehmiye" mezhebi taraftarlarının "Allah konuşmaz" ve "Ahirette görülmez" demeleri gibi. Fakat böyle bir sözün küfür oluşunu bazıları açıkça kabul etmeyince (bu konuda tereddüt belirtince) böyle bir sözü söyleyenin kâfir olacağı genel ve mutlak bir ifade ile dile getirilir. Tıpkı ilk dönem imamlarının (selefin) "Kim Kur'an'ın mahlûk (yaratık) olduğunu söylerse kâfirdir" ve "Kim Allah'ın ahirette görülemeyeceğini söylerse kâfirdir" demeleri gibi. Fakat daha önce anlatıldığı gibi, bu durumda hakkında kesin delil ele geçmedikçe hiç bir belirli şahıs kâfirlikle suçlanmıyor, sadece genel bir kural söylenmekle yetiniliyor.
Başka bir örnek de bir takım şahsî yorumlara dayanarak namazın ve zekâtın farz olduğunu inkâr eden ve alkollü içki ile zinayı helâl sayan kimsenin tutumudur. Hiç şüphesiz, müslümanlar arasında bu tip hükümlerin yaygınlık kazanması, yukarıdaki inançların yayılmasından daha önemli ve daha tehlikelidir. Buna rağmen böyle yanlış yorumlar ileri süren kimse bu görüşünü açıkça ifade etmedikçe ve arkasından tevbe etmeye çağrılıp reddetmedikçe kâfirlikle suçlanamaz. Bilindiği gibi alkollü içkinin helâl olduğunu ileri süren bir guruba karşı sahabîler böyle davranmışlardı. Nitekim sahih bir hadise göre vaktiyle adamın biri "Ben ölünce cenazemi yakıp küllerini denize atınız. Vallahi, eğer gücü yeterse Allah beni hiç bir insanı çarptırmamış olduğu ağır bir cezaya çarptırır" dedi. Fakat Allah'ın güçlülüğü ve yakıldıktan sonra kendisini yeniden diriltebileceği konusunda şüphe belirten bu sözlerine rağmen Allah kendisini affetti. Bu meseleleri başka yazılarımızda geniş bir şekilde anlatmıştık.
Eğer biri ortaya çıkar da "Allah Azze ve Celle Kur'an-ı Kerim'in iki ayetinde kâfirlere ve münafıklara karşı cihad edilmesini emrediyor. Eğer her zaman görünüşe bakılarak münafıka müslüman işlemi yapılacaksa ona karşı nasıl cihad edilebilecek?" derse bu sorunun cevabı şudur:
Ne iman ve ne de münafıklık kalpte gizli kalamaz. Nitekim ilk dönem imamlarından biri bu konuda "Hiç bir gizli sır yoktur mutlaka yüzün sayfasında veya dilin kıvrımlarında ortaya çıkmamış olsun" demiştir. Ayrıca Allah Teâlâ münafık hakkında
"Biz dileseydik onları (münafıkları) sana gösterirdik; Sen onları simalarından tanırdın ve sözlerinin üslubundan fark ederdin." (Muhammed 30) buyurmuştur.
Buna göre münafık, bir takım farzları yapmayarak ve bazı haramları işleyerek cezalandırılmayı hak ederse görüşüne göre cezalandırılır, yoksa hakkında kesin delil olmadıkça sezgi yolu ile bilinen iç durumuna göre cezalandırılmaya kalkışılmaz.
Nitekim Nebî sallallahu aleyhi ve sellem Allah'ın kendisine kimliklerini bildirmiş olduğu bazı münafıkları tanıyordu. Fakat onlar bu durumdan habersiz olarak yalan yere Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’e bağlılık yeminleri ediyorlardı. Buna rağmen Rasulûllah sallallahu aleyhi ve sellem onları göründükleri gibi kabul ediyor ve iç yüzlerinin gizli mahiyetini Allah'a havale ediyordu. Münafıklığın temel niteliği şudur ki, böyle bir kimsenin gizli yönü ile açık kimliği ve görünüşü ile batini mahiyeti birbirine ters, hatta çelişik olur. Bu yüzdendir ki, Allah Teâlâ Kur'an'da münafıkları yalancılıkla ve müminleri de doğrulukla nitelemektedir.
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
"Yalan söylediklerinden dolayı onları (münafıkları) acı bir azab beklemektedir." (Bakara 10)
Diğer bir ayet de şöyledir:
"Münafıkların yalancı olduklarına Allah şahittir." (Munafikun 1)
Bu konudaki diğer bir ayet de şöyledir:
"İyilik, yüzlerinizi doğru ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Asıl iyilik (birr) Allah'a, ahiret gününe, meleklere ve peygamberlere inanmak; akrabalara, yetimlere, yoksullara, yolculara, dilencilere ve boyunduruk altında olan köle ve esirlere malî yardımda bulunmak; namaz kılmak, zekât vermek, yaptıkları anlaşmalara uyanların dürüstlüğü, sıkıntı, hastalık ve tehlike (savaş) anlarında sabredenlerin direnişidir. İşte (iman iddialarında) doğru olanlar ve Allah'tan sakınanlar da bu kimselerdir." (Bakara 177)
Sözün kısası bu meselelerin özü olarak bilmelisin ki, kâfirlik, biri açık kâfirlik ve öbürü münafıklar olmak üzere iki çeşittir. Eğer ahiretle ilgili hükümlerden söz ediyorsan o bakımdan münafığın durumu, tıpkı kâfirin durumu gibidir. Fakat eğer dünya ile ilgili hükümler söz konusu ise bu alanda münafıkları müslümanlara uygulanan hükümlere tabi tutarlar.
Açıkça anlaşılmış olmalı ki, din hem sözle ifade edilmeyi ve hem de ameli birlikte gerektirir. Buna göre bir kimsenin kalpten veya hem kalpten ve hem de dille Allah'a ve Rasulûllah'a inanan bir mümin olması, buna karşılık hiç bir zahiri farzı yerine getirmemesi yani ne namaz kılması, ne zekât vermesi, ne oruç tutması ve ne de başka bir farz ibadeti işlememesi imkânsızdır, olacak şey değildir.
Yalnız insanın bu ibadetleri Allah farz kıldı diye yapması da mümin sayılması için yeterli değildir. Yani Allah'a ve Rasulûllah'a iman etmeksizin emaneti yerine teslim etmek, doğru konuşmak, edilen yemine ve verilen söze bağlı kalmak insanı kâfirlikten çıkarmaz. Çünkü gerek müşrikler (Allah'a ortak koşanlar) ve gerekse kitaplı kâfirler (yahudi ve hristiyanlar) bu görevlerin Allah tarafından kullara yüklendiğine inanırlar. (Fakat bu inanç onları mümin saydırmaya yetmez.) Demek ki, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’e farz kılınmış hiç bir ibadeti yerine getirmeyen bir kimse Allah'a ve Rasulûllah'a inanmış kabul edilemez.
Bu durum karşısında hiç bir farz ibadeti yapmadan da gerekli imanın var olabileceğini söyleyen kimse, isterse bu farz ibadetleri imanın gerekli tezahürleri ve isterse ayrılmaz birer parçası saysın açık bir şekilde yanlı düşünmektedir. Bu görüş Murcie mezhebi tarafından ortaya çıkarılmış bir bid’attir. Oysa gerek ilk dönem imamları (selef) ve gerekse ileri gelen Kelâm uzmanları bu yanılgıyı önemle vurgulamışlar ve bu yanılgıyı mezhep haline getirenler hakkında da çoğumuzun bildiği ağır sözler söylemişlerdir. Şunu da belirtelim ki, söz konusu farz ibadetlerin en önemlisi, en önceliklisi, en büyüğü ve en hayata yaygın olarak emredileni namazdır.” (İbn Teymiyye, el-İman s.202-206)