HÜCCET İKAME EDEN TEK KİŞİNİN ALİM OLMASININ GEREKLİLİĞİ
Çünkü Allahu Teala ayet-i kerimesinde, alim ve fakih olanın haberini kabul etmeyi emretmiştir:
“Müminlerin hepsinin toptan sefere çıkmaları doğru değildir. Her bir topluluktan bir grubun (tâife) dinde geniş bilgi elde etmek ve kavimleri döndüklerinde onları ikaz etmek için geride kalmalıdır. Umulur ki sakınırlar.” Tevbe/122
Alimler peygamberlerin varisleridir ve Rasulullah’ın da bahsettiği gibi, onlardan sonra risalet hüccetini ikame edecek kimselerdir:
“Alimler nebilerin varisleridir. Nebiler ne bir dinar ve ne de bir dirhem miras bırakmazlar. Onlar miras olarak sadece ilim bırakırlar. Kim bu mirası alırsa bol bir nasip elde etmiş olur.” Ebu Davud ve Tirmizî rivayet etmiş, İbn-i Hıbban sahihlemiştir
Cahillere düşen sormaktır, öğretmek değil: “Eğer bilmiyor iseniz, zikir ehline sorun.” Nahl/43
Ancak hücceti yerine getirecek olan kimsenin, şer’î ilimlere tamamen vakıf olmak açısından içtihad şartlarını taşıyor olması şart değildir. Şart olan yalnızca hakkında konuşacağı meselenin hükmünü bilmesidir. Bu meselede müçtehid olması ile, delili ile meseleyi yahut delilsiz olarak hükmü naklediyor olması arasında fark yoktur. Nitekim Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur: “Bir ayet dahi olsa benden tebliğ edin.” (Buhari)
Kendisine dinden herhangi bir haber ulaşan kimse, kendisine bunu nakledenin ilmine güvenmiyorsa ve bu haber bizzat bir amel ile ilgiliyse, ilmine güvendiği bir başkasına sormak suretiyle doğruluğunu tespit etmesi vaciptir.
ALİM OLAN TEK KİŞİNİN ADL SAHİBİ OLMASININ GEREKLİLİĞİ
Çünkü fasığın haberine güvenilmez: “Size bir fasık haber getirirse, araştırınız.” Hucurat/6
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, haber veren kişinin güvenilirliği yoksa bu, o kişinin sözünü tamamen atıp hiç önemsememek anlamına gelmez. Bu durumda, ilmine ve adaletine güvenilen bir kimseye sorarak durumu açıklığa kavuşturmak gerekir. Çünkü Allahu Teala “araştırınız” diyerek, fasığın haberini araştırmayı ve duruma açıklık kazandırmayı emretmiş, bu kişinin sözünü tamamen bırakmayı emretmemiştir.
ADALETİN TARİFİ VE ŞARTLARI
Denilmiştir ki; adalet kişinin dinindeki tutumunun düzgün olmasıdır.
Bir başka tarifi ise şöyledir: Kişinin benliğine yerleşmiş olup, büyük günah, yahut düşük ahlaka delalet eden küçük günah işlemekten ya da mübah fakat kişiliği zedeleyici davranıştan alıkoyan melekedir.
Adaletin şartları ve kuralları üçtür. Şöyle ki:
Birincisi: Farzları Müekked Sünnetlerle Birlikte Yerine Getirmek
Sürekli yapılması gereken müekked sünnetleri terke devam eden kimse “Adl sahibi” değildir. Bunları önemsememek, kişinin dininin gereği olan şeyleri yerine getirmede dikkatli davranmadığını gösterir ve belki de onu yavaş yavaş farzları, böylece vacip olan oruç, zekat ve haccı da hafife almaya sevk eder.
Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem, nafileleri bırakıp sadece farzlarla yetineceğini söyleyen kimse hakkındaki “Eğer doğru söylüyor ise kurtuldu” hadisi bu konuda herhangi bir probleme sebep olmaz. Çünkü hadis bu kimsenin kurtuluşunu, bu konuda doğru söylüyor olması ile kayıtlamaktadır. Bu ise her insanın yapabileceği bir şey değildir ve hatta farzları yerine getirmede olan eksiklikler nafilelerle telafi edilir. Nitekim Allahu Teala, haramları işleme tehlikesine karşı mekruhları birer koruyucu; vacipleri terk etme tehlikesine karşı da bazı mendupları birer koruyucu kalkan kılmıştır. Kim, mendup olan fiillerde devamlılık gösterirse, vacip olan fiillere devamda daha dikkatli olacaktır.
Mekruhları terkte devamlılık gösteren kimse ise, haramları terkte daha dikkatli olacaktır. Buna; “Haramlar da helaller de apaçıktır...” şeklindeki Numan İbn-i Beşîr hadisi delalet eder.1
İkincisi: Haramlardan Sakınmak
Bu da büyük günah işlememek ve küçük günahları alışkanlık haline getirmemekle olur: “Size bir fasık haber getirirse onu araştırın.” (Hucurat 6)
Zina iftirasında bulunan için Allahu Teala şöyle der: “Onların şahitliğini bir daha asla kabul etmeyin. İşte onlar fasıkların ta kendileridir.” (Nur 4)
Çünkü bu kimse dinini hafife almaktadır ve onun, Allah’a ve insanlara karşı aynı şekilde yalan söylemeyeceğinden emin olunamaz.
Büyük günah; hakkında dünyada had cezası, ahirette ise tehdit bulunan günahlardır. Bu, Ahmed İbn-i Hanbel’in sözüdür.
İbn-i Teymiye ise buna şunu ekler: “Hakkında lanet, gazap ve imanın ortadan kalkacağı tehdidi bulunan günahlardır.” Bunların tümü de tehdittir. Allah kime lanet etmiş veya gazaplanmışsa, onu azapla tehdit etmiş demektir. Ayrıca ben de diyorum ki; hadislerde geçen “Günahların en büyüğü...”, “Yedi helak edici şeyden sakının...”, “Evet gerçekten bu büyük günahtır...” gibi ifadelerle tanımlanan günahlar ve “İmandan sonra fasıklık ismi ne kadar kötüdür” (Hucurat 11) ayetindeki gibi sahibinin fıskla nitelendirildiği günahlar da büyük günahlardandır.
Küçük günah ise; bunlardan daha aşağı derecede olan günahlardır. Bu tür günahlar çok olarak işlenmedikçe veya alışkanlık haline getirilmedikçe, işlenmesiyle adalet zedelenmez.
Nitekim Allahu Teala şöyle buyurur: “Küçük günahlar dışında, büyük günah ve kötülüklerden kaçınanlar...” Necm/32
Üçüncüsü: Kişilikli Davranmak
Kişiyi üstün ahlak ile bezeyecek fiilleri işlemekle, şer’an değil fakat örfen çirkin karşılanan, kişiliğini zedeleyip lekeleyecek şeyleri terk etmekle olur (Çünkü şer’an çirkin karşılanan şey, büyük ve küçük günahlara dahildir). Örfe göre hoş karşılanmayan şeylere, açılması haram olmasa dahi adet gereği bedenin örtülmesi gereken bir yerini açmak, adet gereği başın kapatılması gereken ülkelerde başı açmak, bu davranışın hoş karşılanmadığı bazı ülkelerde sokakta yemek, toplumda kabul görmeyen elbise giymek, gülünç fıkralar anlatmak gibi şeyleri örnek verebiliriz. Kişiliğin adalet şartları içerisinde kabul edilmesinin asıl dayanağı,
“İnsanların ilk nübüvvet sözlerinden işittikleri şey şudur: Eğer haya etmiyorsan dilediğini yap” (Buhari) hadisidir.
Şayet bir kimse yaşadığı ülkenin örfüne aykırı davranarak kişiliksizlik sergiliyorsa bu, o kimsenin hayasının olmadığını gösterir ve bir kimse haya etmiyorsa ondan yalan da beklenir. Bunun için hadiste, “Eğer haya etmiyorsan dilediğini yap” denilmiştir.
Tabi ki burada geçerli olan örf, Şeriat’a aykırı olmayan örftür. Adaletin tarifi için Bkz: Mecmuu’l-Fetâvâ, 15/356-358 ve Menâru’s-Sebîl, 2/487-489
ALİM VE ADL SAHİBİ OLAN TEK KİŞİNİN, MUHATABI OLAN KİŞİ TARAFINDAN TANINIYOR OLMASININ GEREKLİLİĞİ
Eğer bu kimse kendisine hüccet ikame edilecek olan muhatabı tarafından tanınmıyorsa, ilim ve adl sahibi olduğu bilinmiyor demektir. İlim ve adl sahibi olduğunun bilinmesi ancak tanınması ile mümkündür. Haberi getirenin tanınması şartına şunlar delalet eder:
“Müminlerin hepsinin toptan sefere çıkmaları doğru değildir. Her bir topluluktan bir grubun (tâife) dinde geniş bilgi elde etmek ve kavimleri döndüklerinde onları ikaz etmek için geride kalmalıdır. Umulur ki sakınırlar.” (Tevbe 122)
Allahu Teala fıkh sahibi olan bir taifenin (grup ya da kişinin) kavmine yapacağı uyarıyı, onların kendilerinden olmaları nedeniyle, kabul etmelerini emretmiştir. Yani onlar bu kimseleri ve onların dinde fıkh sahibi olduklarını bilmektedirler. Allahu Teala Mekke kafirlerine karşı şöyle buyurur:
“Yoksa Rasullerini tanımamakta mıdırlar? Ki onlar Onu inkar etmekteler.” (Muminun 69)
Allahu Teala onların, Peygamberin doğru sözlülüğünü ve güvenilirliğini bilmelerine rağmen, Onu yalanlamalarını tenkit etmiştir. Şu ayetin tefsirinde de aynı mana görülmektedir: “Sana yakın olan kavmini uyar.” (Şuara 214)
Bu ayeti kerime indiğinde Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem Kureyş kabilesinin tamamını topladı ve onlara şöyle dedi:
“Ne dersiniz? Vadide süvariler olduğunu ve size saldırmak istediklerini söylesem beni tasdik eder misiniz?” Onlar ise; “Elbette. Zira biz sende doğruluktan başka bir şey görmedik” dediler. Bunun üzerine Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem, “Şüphesiz ki ben, şiddetli bir azaptan hemen önce size gönderilmiş olan bir uyarıcıyım”(Buhari) diye karşılık verdi.
Allahu Teala’nın şu sözleri de aynı şeyi ifade eder: “Âd’a da kardeşleri Hûd’u gönderdik.” (Hud 50)
“Semud’a da kardeşleri Salih’i gönderdik.” (Hud 84)
Şafiî Rahimehullah âhad haberden bahsederken aynı şarta (tanınma şartına) dikkat çekerek şöyle der:
“Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem dokuzuncu senede hacdan sorumlu olarak Ebu Bekr’i gönderdi. Çeşitli ülkelerden ve çeşitli halklardan hacılar Ona geldiler. Onlara hac ibadetlerini öğretti ve Rasulullah’ın bildirmiş olduğu, onlara mübah yahut yasak olan şeyleri haber verdi. Aynı sene Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem Ali İbn-i Ebi Talib’i de gönderdi. O da kurban bayramı günü onlara toplu olarak (Berae Sûresi’nden) ayetler okudu, birkaç kavimle yapılan anlaşmaları bozdu ve onlara süre tanıdı. Müslümanları birtakım şeylerden nehyetti. Ebu Bekr ve Ali, Mekke halkı tarafından faziletleriyle, din ve doğruluklarıyla tanınmaktaydılar. Hacılardan, (her ikisini yahut birisini tanımayan olursa bile) onların fazilet ve doğruluklarını kendilerine bildirecek birisini mutlaka bulurlardı. Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem(gönderdiği zaman) tek kişi gönderir ve onun bildirmesi ile, kendisine gönderildiği kişiye hüccet ikame edilmiş olurdu. Aynı anda on iki krala, onları İslam’a davet etmek için on iki elçi göndermiştir ki bu kişilerle onlara davet ve hüccet ulaşmış olmaktaydı. Bu kişilere göndermiş olduğu davet mektuplarının kendisine ait olduğuna dair herhangi bir işaret koymamıştır. Emirlerinde aramış olduğu, onların insanlar tarafından bilinen kişiler olma özelliğini elçilerinde de arardı. Örneğin Dıhye’yi, tanınmış olduğu bir bölgeye göndermiştir. Eğer elçinin gönderildiği kişi onu tanımıyorsa, getirmiş olduğu haber hususundaki şüphesini tamamen gidermek için, onu Nebi’nin göndermiş olduğuna dair bir delil istemesi gerekiyordu. Bu durumda elçiye, gönderilmiş olduğu kişi onu araştırıp şüphesini giderinceye dek beklemek düşmekte idi.
Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem sürekli olarak valilerine mektuplarla emir ve nehiyler gönderiyor, onlar da bu mektuplardaki emir ve nehiyleri yerine getiriyorlardı. Valilerinden hiçbirisi Onun emrini uygulamayı terk edemezdi. Gönderdiği tüm elçiler, gönderilen kişi tarafından doğruluğuyla bilinen kimseler olmuşlardır.” Şâfiî, Er-Risale, 414-419
HÜCCET İKAME EDEN TEK KİŞİNİN OTORİTE SAHİBİ BİRİSİ OLMASI GEREKMEZ
Çünkü hüccet rasuller tarafından kavimlerine ikame edilmiştir ve bu rasullerden çoğu kavimleri içerisinde müstaz’af durumunda idiler. Nitekim şu ayeti kerimeler bunu ifade ederler:
“Yazık o kullara ki; onlara bir peygamber geldiğinde onunla alay etmekte idiler.” Yâ-Sîn/30
“Yoksa ben, kendisi zayıf ve neredeyse söz anlatamayacak durumda bulunan şu adamdan daha hayırlı değil miyim?” Zuhruf/52
Allahu Teala Şuayb kavminden bahsederek şöyle der: “Dediler ki: Ey Şuayb, söylediklerinin çoğunu anlamıyoruz ve seni aramızda zayıf birisi olarak görüyoruz. Eğer kabilen olmasa, seni mutlaka taşlayarak öldürürdük. Sen bizim için değerli birisi değilsin.” Hud/91
Allahu Teala Lût’tan Aleyhisselam ise şöyle bahseder: “Keşke benim size karşı bir gücüm olsaydı veya kuvvetli bir desteğe sığınabilseydim.” Hûd/80
Bu anlamda daha birçok ayeti kerime vardır. Bu ayetler rasullerden birçoğunun, toplumları içerisinde herhangi bir otoriteye sahip olmayan müstazaf kimseler olduklarını göstermektedir.
Buna rağmen Allahu Teala’nın bildirdiği gibi, hüccet bu peygamberlerle ikame edilmiş oldu: “Rasullerden sonra, insanların Allah’a karşı bir bahaneleri olmasın diye...” Nisa/165
Ancak daru’l-İslam’da günah işleyen kimseye, gerekli cezanın uygulanabilmesi için, otorite sahibi olan yönetici yahut onun vekili durumundaki kâdılar tarafından hüccet ikame edilmesi şarttır. Bu meselede alimler arasında icma bulunmaktadır.
Diğer bir ifadeyle, burada dünya hükümleri ile ahiret hükümleri arasında fark vardır. Kime adl sahibi, alim ve maruf (bilinen) tek kişinin haberi ile hüccet ikame olunur da, bu hüccet gereğince amel etmezse, o kimse ahirette günahı nedeniyle azap görür. Ancak bu günahının dünyevî bir cezası var ise, onun hakkında hüküm verilmesi ve cezanın uygulanması daru’l-İslam’da sadece yetkili olan kimseye veya onun vekillerine aittir. Bkz: Mecmûâtu’r-Rasâil ve’l-Mesâili’n-Necdiyye, 478