eş-Şatıbi rahimehullah el-Muvafakat’ta şöyle demiştir:
“Bir meselede müctehidler arasında ihtilâfın bulunması, o şeyin mübahlığına dair delil olarak kullanılır olmuştur. Zaman içerisinde hem Önceleri hem de sonraları, bir fiilin caizliği konusunda, o fiilin ilim erbabı arasında ihtilaflı bulunup bulunmadığı (muhtelefun fîh) noktasına dayanılmıştır. Bu, ihtilâfların göz önünde bulundurulması mânâsına değildir; çünkü bu mânâ için başka bir bakış açısı vardır.
Bazen mesele hakkında men'ine dair fetva verilir, buna karşılık: "Niçin men ediyorsun? Halbuki mesele, üzerinde ihtilâf edilen bir konudur" denilir ve böylece mevcut ihtilâflar, o meselenin üzerinde mücerred ihtilâf vuku bulmuş olması hasebiyle caizlik delili kılınır; oysa ki ortada caizliği gösteren bir delil yoktur.
Keza caizdir diyenlerin görüşünü taklit etmek, men görüşünü taklitten daha evlâ da değildir. Bu, şerîate karşı işlenilen bir hatadır; çünkü şer'an muteber olmayan bir şey muteber yapılmakta, delil olmayan bir şey de delil kılınmaktadır.
el-Hattâbî, hadiste geçen bita', yani bal şarabı hakkında bazılarından şu nakilde bulunur: "İnsanlar içecekler konusunda ihtilâf etmişler, üzüm şarabının haramlığı konusunda icmâ etmişler, diğer içkiler hakkında da ihtilâf etmişlerdir. Bu durumda biz, haramlığı hakkında icmâ ettiklerini haram kılar, diğerlerini de mubah kılarız." Bu açık ve çirkin bir hatadır. Allah Teâlâ, bir mesele hakkında ihtilâfa düşen kimselere, meselelerini Allah'a ve Rasûlüne götürmelerini emretmiştir. Eğer bu görüşün sahipleri hakikaten isabetli olsaydı, o zaman aynı şey ribâ, sarf, mut'a nikâhı hakkında da lâzım gelirdi; çünkü ümmet bunlar hakkında ihtilâf etmiştir.
Yine o: "İhtilaf, hüccet değildir. Sünnetin beyanı ise hem öncekilerden, hem sonrakilerden ihtilaf edenlere karşı hüccettir" demiştir. Özetle onun söyledikleri böyle. Bu görüşün sahibi nefsanî arzularına uymayı, garazına uygun olan görüşü kendisine delil kılmayı ve onunla kendisini temize çıkarmayı amaçlamaktadır. Bu haliyle o, arzularına uygun olan görüşü hevasına tabî olmak için bir vesile edinmekte, aksine takvaya bir yol edinmemektedir. Bu durumda o, Sâri' Teâlâ'nın emrine uymuş olmaktan oldukça uzak, kendi hevasını mabud edinenlerden olmaya ise daha yakındır.
Bazı kimselerin ihtilâfı, görüşler içerisinde bir genişlik, tek bir görüş üzerine donup kalmama mânâsında bir rahmet telakki etmeleri de bu kabildendir. Bunlar görüşlerine el-Kâsım b. Muhammed, Ömer b. Abdülaziz ve daha başkalarından nakledilen sözleri delil olarak kullanırlar ki, biz daha önce bu rivayetlere değinmiş ve onlardan maksadın ne olduğunu açıklamıştık. İhtilaf rahmettir diyen bu görüş sahipleri, meşhur olan veya delile uygun düşen görüşe veyahut da değerlendirme sonucunda daha üstün (râcih) bulunan ve ümmetin büyük çoğunluğu tarafından benimsenen görüşe bağlı kalan kimselere zaman zaman saldırmaktan çekinmez ve: "Geniş olanı daralttınız, insanları sıkıntıya soktunuz; halbuki dinde zorluk yoktur" derler ve buna benzer sözler ederler.
Bu görüş tamamıyla hatalıdır ve şeriatın konuluş amacını bilmemekten kaynaklanır. Tevfik, Allah'ın elindedir. Onların bu görüşlerinin aksini ortaya koyan deliller geçmiştir ve bunlar yeterlidir. Bu vesile ile Allah'a hamd ederiz.
Ancak burada daha önce temas etmediğimiz bir kaç noktaya değinmek istiyoruz. Şöyle ki:
Meselâ iki görüşten birini mücerred kendi garazına uygun olması sebebiyle seçme durumunda olan kimse, ya hâkimdir, ya müftîdir ya da müftînin verdiği fetva ile amel etme durumunda olan bir mukalliddir.
a) Hâkim olması halinde böyle bir seçime gitmesi asla sahih olmayacaktır. Çünkü hâkimin bir delil olmaksızın iki görüşten birini seçmesi halinde, davaya taraf olanlardan biri hükmün kendi lehinde verilmesi konusunda diğerinden daha üstün değildir. Zira bu durumda, onlardan birinin haklılığı tercih etmeyi gerektirecek keyfî arzusu dışında bir delil (müreccih) bulunmamaktadır. Hal böyle iken biri lehinde meyli, mutlaka öbürüne zulmetmesi sonucunu beraberinde getirecektir. Sonra aynı olay başka iki kişi hakkında daha meydana gelse ve yine aynı şekilde hükmedecek olsa, sözü edilen sakınca kaçınılmaz olacak, her ikisinde de öbürü lehine hükmetse durum bu kez öbürü aleyhine olacaktır. Birincide biri, ikincide diğeri lehine hükmetse bu hiç olmayacak, kısaca ne yapsa hepsi sakat ve sayısız mefsedetlere kapı açacaktır. İşte bu noktadan hareketledir ki, hâkimlik için ictihâd mertebesine ulaşma şartını ileri sürmüşlerdir. Müçtehid hâkimin bulunmaması halinde ise, yargıda kaosu önlemek için muhakeme usûlü getirmişler ve uyulması gereken şartlar ileri sürmüşlerdir. Meselâ, Kurtuba valileri hâkimleri tayin ederlerken, mutlaka falancanın görüşü üzere hükmetmelerini, eğer onun görüşleri arasında hükme mesned olacak bir şey bulamazlarsa, ondan sonra falancanın görüşleriyle hükmetmelerini şart koşarlardı ve böylece verilen hükümleri zabt-u rabt altına alırlar, muhtemel kaosun önüne geçerler ve bunun sonucunda beklenti halinde olan mefsedetler ortadan kalkmış olurdu. Bu husus açıktır; o yüzden bu konuda sözü uzatmaya ihtiyaç duymuyoruz.
b) Müftî olması halinde, "ikisinden birini seç" diye aynı anda iki görüşle birden fetva verecek olursa, o zaman olay hakkında ibâha ve dizginlerin salınması hükmüyle fetva vermiş olur ki, bu iki görüşün dışında üçüncü bir görüştür. Bu ise, eğer müftî ictihâd derecesine ulaşmamışsa ittifakla caiz değildir. Eğer ictihâd derecesine ulaşmış ise, tek bir olay hakkında aynı zaman içinde iki görüşün bulunması —usûlcülerin genişçe üzerinde durdukları gibi— sahih değildir. Sonra fetva talebinde bulunan kimse, müftîyi kendisine nispetle hâkim yerine koymaktadır, şu kadar var ki müftînin verdiği fetva, hâkimin hükmü gibi bağlayıcı değildir. Bu durumda nasıl ki hâkim için keyfî tercih caiz olmamaktadır; aynı şekilde müftî için de caiz olmayacaktır,
c) Eğer avamdan biri ise, o zaman amel edeceği fetvada nefsânî arzularına, arzu ve heveslerine dayanmış olacaktır. Heva ve heveslere uyma, şeriata muhalefetin tâ kendisidir. Sonra avamdan birinin, kendisi hakkında ilmi hâkim kılması, heva ve heveslerine tâbi olma durumundan çıkmış olması içindir. Peygamberlerin gönderilişi, kitapların indirilişi hep bu amaç içindir. Çünkü kul, hayatının her safhasında iki dürtü arasında yaşar: Meleğin dürtüsü, şeytanın dürtüsü. O imtihan edilmesinin bir gereği olarak bu iki taraftan birine doğru meyletme hakkına sahip olmaktadır. Yüce Allah bu konuda: "Nefse ve onu şekillendirene, sonra da ona iyilik ve kötülük kabiliyeti verene and olsun ki.. "Şüphesiz ona yol gösterdik; buna kimi şükreder, kimi de nankörlük. "Biz ona eğri ve doğru iki yolu da gösterdik" buyurmaktadır. Fıkhî meseleler içerisinde yer alan görüşlerin tamamı, nefy (men') ve isbat arasında döner. Arzular ise bunları aşmaz. Bu durumda avamdan biri, başına gelen olayı müftîye arzettiği zaman, bu haliyle şöyle demiş olmaktadır: "Beni heva ve heveslerime tâbi olmaktan çıkar ve bana hakka uymanın yolunu göster." Hal böyle iken, müftînin: "Senin meselen hakkında iki görüş vardır; dolayısıyla sen onlardan hangisi arzularına daha uygun geliyorsa onu tercih et" demesi doğru olamaz. Çünkü böyle bir cevabın mânâsı, şeriatın değil, arzu ve heveslerin tahkimi demektir. "Bunu ben sadece falanca âlimin görüşü sebebiyle yaptım" demesi, kendisini bu sonuçtan kurtarmaz; çünkü bu nefsin kendisini dedikodulardan kurtarması için kurduğu bir tür hiledir, onunla dünyevî maksatlarına ulaşmayı amaçladığı bir tuzaktır.
Avamdan birinin müftîye gelip kendisini heva ve heveslerine uymaktan kurtarma talebinden sonra müftînin onu tekrar heva ve heveslerinin peşine takması, karanlığa taş atmaktır; şerîatı bilmemektir, müslüman kardeşe yapılması gerekli olan nasihat borcuna hıyanet etmektir. Bu mânâ hem hâkim için, hem de diğerleri için geçerlidir. Tevfîk, ancak Allah Teâlâ'nın eliyledir.