Sözlerin En Doğrusu Allah'ın kelamı, yolların en hayırlısı Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in yoludur. Dinde her sonradan çıkarılan şey bidattir.Her bidat sapıklıktır ve her sapıklık da cehennemdedir (Muslim no: 867)

Dua

Dua

Selefî Kâideler

KİBİR, TAKLİT ve ASABİYETE MÜBTELÂ OLANLAR İÇİN SELEFÎ KAİDELER

Muhsin b. Avd el-Fuleysî

Tercüme: Mehmed Güneş

Tashih: Ebu Muâz

 

[1] Birinci Kaide: Ümmet içerisinde zuhur eden her bir çekişme ve ihtilaf, Kitap ve Sünnete götürülmelidir.

 

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Rasule itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de. Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; Allah'a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allah’a ve Rasulüne arz edin. Bu, daha iyidir ve sonuç bakımından da daha güzeldir.” (Nisa 59)

 

Şeyh es-Sa'dî (rahimehullah) şöyle demiştir: “Allah, dînin usûlü ve fürû’u muhtevasında insanların nizaya düştükleri hususların Allah'a ve Rasûlüne götürülmesini emretmiştir.

 

Yani: Allah'ın Kitabına ve Rasûlünün sünnetine. Çünkü Kitab ve Sünnette, her hilaf konusuna son noktayı koyacak hükümler mevcuttur. Bu hükümler ya sarîhi ile, ya umûmu ile, ya îmâ ile, yâ tenbih ile, ya mefhum ile; bazen de kendisine benzeyen husûsun kıyas edilebileceği umum bir mânâ ile gelir. İman ancak, Kitab ve Sünnet ile müstakim olur. Kitab ve Sünnete başvurmak, iman dahilinde bir şarttır. Bunun için âyette “...eğer Allah'a ve Âhiret gününe iman ediyorsanız...” denilmiştir. Bu da gösteriyor ki, niza meselelerini Kitab ve Sünnete götürmeyen kimseler, hakîkî mümin değil de, bilakis tağuta iman eden kimselerdir.[1]

[2] İkinci Kaide: Her kim, bu ümmetin huzuruna, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem'den başka, kendisi nedeniyle dostluk ve düşmanlık edilen birini getirirse o, ehli bid’at cinsindendir.

 

Şeyhulislam İbn Teymiye (rahimehullah) şöyle demiştir: “Hiç kimse, uğruna dostluk ve düşmanlık edilecek, yoluna davet eden bir şahsı -Nebî sallallahu aleyhi ve sellem hariç- bu ümmete namzet olarak gösteremez. Hiç kimse, Allah kelamı, Rasûlün kavli ve ümmetin icmâ ettiği dışında başka sözleri, uğrunda dostluk veya düşmanlık edilecek kaviller olarak gösteremez. Bilakis bu, kendilerine bazı şahısları ve bazı sözleri örnek alarak ümmetin arasında tefrika çıkaran bid’atçilerin fiillerindendir. Bid’atçiler o sözleri temel alarak dostluk ve düşmanlık beslerler.[2]

İbni Ebî'l Iz (rahimehullah)  da şöyle demiştir: “Ümmet içerisinde belirli bir şahıs etrafında şekillenen gazap ve taassup, Rafızilerin fiili cinsinden kötülenmiş bir vasıftır.[3]

 

Derim ki: Bu önemli kaide, kendilerine muayyen bir şahsı örnek alıp da, dinlerini zayi etme pahasına, Allah için buğz ederek ve hakka sarılmak için değil de,  o kimse namına öfke duyarak veya onun için taassup ederek, o şahıs uğruna dostluk ve düşmanlık besleyen kimselerin gözlerinin önünde olsun.

 

Sünnete yardım ediyor gibi görünerek ehli bid’atin yollarını ihya edenlere yazıklar olsun!

 

 [3] Üçüncü Kaide: Hakkı terk eden ve haktan yüz çeviren kimse, bâtıla olan muhabbeti nedeni ile cezalandırılır.

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları, âyetlerimizi anlamaktan uzak tutacağım. Onlar ki, bütün âyetlerimizi görseler de onlara iman etmezler. Doğru yolu görseler de o yolu tutup gitmezler. Eğer sapıklık yolunu görürlerse tutar onu izlerler. Çünkü onlar âyetlerimizi inkâr etmeyi âdet edinmişler ve onlardan hep gafil olagelmişlerdir.” (A’raf 146)

Es-Sa'dî (rahimehullah) şöyle demiştir: Yani Allah'ın kullarına karşı, hakka karşı, hakkı söyleyen kimselere karşı kibirlenirler. Allah, bu sıfata sahip olan kimseleri pek çok hayırdan mahrum eder ve onları perişan eder. Böyle kimseler, âyetlerin kendilerine nasıl fayda vereceğini fıkhedemezler. Hatta belki de hakîkatler onlar nezdinde altüst olur da çirkin şeyleri güzelmiş gibi görebilirler.[4]

Derim ki: Bu âyet, haktan tilki gibi kaçan, sahte hüccet ve bâtıl yalanlar ehli için büyük bir ibret ve öğüttür. Eğer onlar, kalplerinin selamet bulmasını murad ediyorlarsa bu âyete itibar edip de öğüt alacaklar mı acaba? Bu âyeti daima ve her zaman gözlerinin önünde tutacaklar mı yoksa çürük delilleri ve rüsvay kaçışları üzere ısrar mı edecekler?

... Onlar eğrilince, Allah da kalplerini eğriltti. Allah fasıkları doğru yola iletmez.” (Saff 5)

 

 [4] Dördüncü Kaide: Hak, kişilerle bilinmez, bilakis kişiler, hak ile bilinir.

Ebu Hamid el-Gazali (rahimehullah) şöyle demiştir:“Zayıf akıllıların âdeti, insanları hak ölçütüne göre bilmek değil de, hakkı insanlara göre bilmektir.”[5]

Derim ki: Bu yüce kaide, Ehli Sünnet ve’l-Cemaat nezdinde, her zaman ve mekânda üzerinde durulacak bir alamet olarak itibar görmüştür. Onların menhecini basîretle tefekkür edenler, ilm-i yakîn ile görür ve bilirler ki yol, gayrının yaptığı gibi sapkınlığa, dalâlete ve hevâya değil de, delîle ve seleften gelenlere teslim olmaktır. Selefe tâbi olmayanların menheci, insanların re’y ve hevâlarına teslim olmak ve o insanları kutsallaştırıp hak etmedikleri derecelere yükseltmektir.

Maalesef bu onulmaz hastalık, Sünnete intisab eden kimselerin saflarının bazıları içerisine de sızmıştır. Daha şaşılacak olan da, bunu “Sünnete destek!!” sloganı altında icra etmeleridir.

İmam Evzâ'î (rahimehullah) şöyle demiştir: “İnsanlar seni dışlasa, yadırgasa ve reddetse bile sen, seleften gelen rivayetlere sarıl. İnsanlar süslü püslü gösterseler bile kişilerin re’ylerinden sakın. Böyle yaparsan, şüphesiz sonuçta iş açığa çıkar ve sırât-ı müstakîm üzere olduğunu görürsün.”[6]

 

[5] Beşinci Kaide: Hak ehlinin en büyük nişânesi: hakkı kimden gelirse gelsin -ister yakın kişilerden gelsin, ister uzaktan gelsin, ister dosttan ister düşmandan gelsin- kabul etmektir.

 

Kuteyle'nin şöyle dediği rivayet olunmuştur: “Rahibin biri, Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem'e gelip dedi ki:

Ey Muhammed! Siz ne güzel bir kavimsiniz. Ah bir de şirk koşmasanız!” Nebî sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki:

Subhânallah! Sen ne diyorsun?” Rahip dedi ki:

Siz yemin ederken 'Kabeye yemin olsun ki' diyorsunuz”. Kuteyle dedi ki: “Nebî sallallahu aleyhi ve sellem bir müddet düşündü ve buyurdu ki:

O, dikkate değer bir şey söylemiştir. Bundan sonra yemin eden kimseler 'Kabe’nin Rabbine' yemin etsinler.” Rahip dedi ki:

Ey Muhammed! Siz ne güzel bir kavimsiniz. Ah bir de Allah'a denk koşmasanız!” Nebî sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki:

Subhânallah! Sen ne diyorsun?” Rahip dedi ki:

Siz, 'Allah dilerse ve Sen dilersen' diyorsunuz.” Kuteyle dedi ki: “Nebî sallallahu aleyhi ve sellem bir müddet düşündü ve buyurdu ki:

O, dikkate değer bir şey söylemiştir. Bundan sonra 'Allah dilerse' diyenler, iki ifadenin arasını fasl edip 'sonra sen dilersen' desinler.[7]

 

Şeyh Salih el-Fevzan (hafizahullah) şöyle demiştir: “Müslümana vacip olan, Yahudi ve Nasranilerin sünnetinden uzaklaşmaktır. Onların sünneti “hak, sevmedikleri kimseden zuhur ettiğinde o hakkı inkâr etmek” şeklindedir. Bir şahsa buğz etsen bile, o şahısta mevcut olan hakkı inkâr etmeyesin. Şu andaki mevcut tabloya göre bir taife veya bir cemaat, âlimlerden birine buğz ettiği zaman, o âlimin dile getirdiği hakkı da inkâr ediyorlar. Kin ve öfke duyguları, o âlimin söylediği hakîkati almaktan onları alıkoyuyor; o hakîkati gölgeliyorlar, eksik yansıtıyorlar, o âlime ve kasetlerine karşı -sözü hak olsa bile- diğerlerini uyarıyorlar. Niçin?? Hiçbir sebebi yok. Sırf o şahsı/âlimi sevmedikleri için böyle yapıyorlar. Vacip olan, şahsî düşmanlıkların ve nefsani hevâların, hakkı kabul etmeye mani olmamasıdır.”[8]

Derim ki: Allahu ekber! Bu cehd ehli şeyh Fevzan'ın sözleri ne kadar büyüktür, değerlidir. Gerçekten öyle kimseler var ki, kendilerini sünnete nispet ettikleri halde, şahsî düşmanlıklar ve nefsani acziyetler nedeni ile hakkı reddediyor, haktan yüz çeviriyorlar. Onlar, düşmanlık ve acziyetlerini bazen sahte bir “âlim sevgisi” sloganı altında, bazen de “ikna edici değil” sloganı altında perdeliyorlar. Halbuki eğer insanlar dînî işlerinde şahsî kanaatlerini hakem tayin etselerdi, dînin tümü zayi olurdu. Yahudiler, Hıristiyanlar ve bid’at ehli de, Kitab ve Sünnette ve diğerleri nezdinde mevcut olan hakîkate kanaat etmemeleri nedeni ile zayi olmuşlardır.

Mesele vallahi “ikna olma meselesi” değildir. Mesele ancak “zulüm, büyüklenme, hevâ, cehalet, kör taklit, koyu taassup ve kibir meselesidir.”.

Bu hastalık bir kez kalbe girmeye görsün, kalbi çökertir ve sirkenin balı ifsad ettiği gibi kalbi ifsad eder; ve kalbi, dalâlete düşen geçmiş ümmetler gibi kör eder.

Ve vicdanları bunlar(ın doğruluğun)a tam bir kanaat getirdiği halde, zulüm ve kibirlerinden ötürü onları bile bile inkâr ettiler. Bozguncuların sonunun nice olduğuna bir bak!” (Neml 14). Allah Teâlâ yine şöyle buyurmuştur:

Onlara, "Allah ne indirdiyse ona iman edin" denildiği zaman, onlar "Biz, kendimize indirilene iman ederiz." derler ve ondan başkasını inkâr ederler. Oysa yanlarındaki Tevrat'ı tasdik eden gerçek vahiy odur. Onlara de ki; "Peki madem gerçek mümin sizsiniz de, ne diye daha önce Allah'ın peygamberlerini öldürüyordunuz?” (Bakara 91)

Şeyhulislam İbn Teymiye (rahimehullah) şöyle demiştir: Hakîkati konuşan ve hakka davet eden Nebî sallallahu aleyhi ve sellem henüz gelmeden önce Yahudiler O’nun vasıflarını haber veriyorlardı. Ama hakkı söyleyen Nebî, Yahudi olmayan bir topluluk içerisinden zuhur edince,  o Nebî’ye tâbi olmadılar. Çünkü onlar sadece kendi milletlerinden olan birisinin davetine icabet etmeyi kafalarına koymuşlardı. Halbuki ellerindeki Kitab/Tevrat bile onları, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem'e tâbi olmaya davet ediyordu. İlimde, dinde, belli bir taifeye mensup olan pek çok fıkıhçı, sufi ve diğerleri veya Nebî sallallahu aleyhi ve sellem haricinde beraberlerindeki bir lidere intisab eden pek çok kimse bu belâya dûçar olmuş; dîne dair fıkhı da rivayeti de eğer kendi taifelerinden gelmemişse inkâr etmişlerdir. Ayrıca onlar, kendi taifelerinin ne dediğini de tam olarak bilmezler. İslam, Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem dışında hiç kimseyi veya hiçbir taifeyi tayin etmeksizin, rivayet ve fıkıh açısından mutlak bir biçimde hakka ittibâ etmeyi vacip kılar.[9]

Derim ki: Yahudilerin tabiatı üzere hallenen ve onların sünnetini ihya eden bir kimse, Resûl sallallahu aleyhi ve sellem'in sünnetine yardım edebilir mi hiç?

Böyle bir kimse olsa olsa ancak Yahudilerin sünnetine hizmet edebilir. Ama Rasûl sallallahu aleyhi ve sellem'in sünnetine değil!!!

 

[6] Altıncı Kaide: Bildiği halde hakkı gizleyen kimse, Yahudi ve Nasranilerin yolu üzeredir.

 

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Bir zaman Allah, kendilerine kitap verilenlerden, "Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz" diye söz almıştı. Onlar ise bunu kulak ardı ettiler ve onu az bir dünyalığa değiştiler. Yaptıkları bu alışveriş ne kadar kötüdür.” (Al-i İmran 187)

 

Şeyh Salih el-Fevzan (hafizahullah) şöyle demiştir:“Bildiği halde hakkı gizleyen, onu insanlara beyan etmeyen kimse, Yahudi ve Nasranilerin yolu üzeredir.”[10]

Derim ki: Hakkı gizleyen, haktan saptıran ve çeşitli vesîlelerle hakka karşı savaşan ne kadar çok insan var! Bunlar, sadece o Yahudi ve Hıristiyanların mel'ûn sünnetini ihya etmekle kalsalardı neyse; bilakis onların durumu daha da şiddetlidir.

Allah Teâlâ, onlar hakkında şöyle buyurmuştur: “İndirdiğimiz apaçık delilleri ve hidayetin kendisi olan âyetleri insanlar için biz kitapta açıkladıktan sonra gizleyenler var ya mutlaka onlara Allah lanet eder. Lanet edebilecek olanlar da lanet ederler. Ancak tevbe edip ıslah ederek gerçeği söyleyenler başka. İşte onları ben bağışlarım. Ben çok merhamet ediciyim, tevbeleri çokça kabul ederim.” (Bakara 159-160)

İbret alın ey akıl sahipleri ve ey kalplerinde maraz bulunanlar!

 

 [7] Yedinci Kaide: Hakkı bâtıl ile karıştırmak, Yahudi ve Nasranilerin sünnetlerindendir.

 

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Ey kitap ehli! Niçin hakkı batıla karıştırıyor ve bile bile gerçeği gizliyorsunuz?” (Al-i İmran 71)

Şeyh Allâme Salih el-Fevzan (hafizahullah) şöyle demiştir: “Hakkı bâtıl ile karıştırmak', kafirlerin, Yahudi, Nasrani ve diğer cahiliye ehlinin âdetindendir. Âyette geçen 'lubs' sözcüğü 'karıştırmak' anlamındadır. Onlar, bâtılı gözde kılmak için, hak ile bâtılı karıştırırlar. Çünkü eğer bâtıl tek başına sunulsa idi, onu kimse kabul etmezdi. Fakat bâtıl, hak ile karıştırıldığı zaman, aldanmış müminler ve basîreti zayıf olanlar artık bâtılı kabul eder ve derler ki: “Bunun içerisinde hak vardır” ve kendilerine sunulanın tümünü kabul ederler. Ama eğer hak ile bâtılı birbirinden ayırt edip de sadece hak olanı kabul etseler ve bâtıl olanı reddetselerdi ne kadar güzel olurdu!”[11]

Derim ki: Bu Yahudi ve Nasrani sünneti, İslam ümmetinin başına nice bela ve felaket getirmiştir. Bu tutum, hakkı karıştırma ve tedlisler, bu ümmetin evlatlarına ne kadar acı getirmiştir. Özellikle de bilgisi eksik olan avam, bundan daha da çok etkilenmiştir. Hatta ilme mensub olan bazı kimseler dahî, fitneye dûçar olarak apaçık hakkı görmekten perdelenmişlerdir. Yahudi ve Nasranilerin sünnetine tâbi olmanın akîdeye ve âlimlere verdiği hasar zaten başlı başına bir felaket boyutundadır.

 

[8] Sekizinci Kaide: Çürük delilleri ve bâtıl mazeretleri öne sürerek hakkı kabul etmeme cihetinde hüccet çıkarmak, kalbi bozukların alâmetlerindendir.

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Bizim kalplerimiz kılıflıdır" dediler. Bilakis Allah, onları kâfirlikleri yüzünden lanetledi. Bundan dolayı çok az imana gelirler.” (Bakara 88)

Şeyh Allâme Salih el-Fevzan (hafizahullah) şöyle demiştir: Allah Rasûlü kendilerini İslam'a davet edince Yahudiler: “Bizim kalplerimiz kılıflıdır” dediler. Hakkı anlayamadıklarını ve bu nedenle de kabul edemeyeceklerini ileri sürerek mazeret beyan ettiler.[Kim hakkı kabul etmezse, Allah onu bâtıl ile imtihan eder.] Artık o noktadan sonra hak, kabul edilemez gibi görülür çünkü o, kalbe ağır gelir. Sadece fıtrat üzere bulunan kalp, hakkı fıtratı ile kabul eder. Fakat fıtrat bozulunca, artık hak, kabul edilemez gibi algılanır.

Şuayb aleyhi's-selâm'ın kavmi de böyle idi. Şuayb aleyhi's-selâm, nebîlerin en fasihlerinden biri idi ve hatta 'nebîlerin hatîbi' lakabını haizdi. O’nun fesahati çok kuvvetli, tesirli ve belağat dolu idi. Buna rağmen kavmi ona: “Dediler ki: "Ey Şu'ayb! Biz senin söylediklerinin çoğundan bir şey anlamıyoruz. Ayrıca seni içimizde çok zayıf biri olarak görüyoruz. Eğer akrabaların olmasaydı mutlaka seni recmederdik (taşa tutardık). Senin bize hiçbir üstünlüğün yoktur." (Hud 91) demiş ve Şuayb aleyhi's-selâm'ın kelâmını anlayamamışlardı. Çünkü Allah Teâlâ, onların kalplerini, İsrailoğullarında da vâki olduğu üzere kör etmişti. Allah Azze ve Celle’nin Sünneti şudur: “Kim ki hakka karşı kibir gösterir ve de hakkı kabul etmezse, şüphesiz ki o kimse, ceza olarak kalbin fesadı ile ibtilâ olunur.”[12]

Derim ki: Allahu Ekber! Sünnete tâbi olduğunu söyleyen ama sonra hak kendilerine dolunay gecesindeki bedrin ve gündüzün doruğundaki güneşin açıklığı gibi âşikâr olduğunda, çürük mazeretlere ve sahte hüccetlere sığınanlara, kendilerine hakkı beyan edenleri zalim ve bâtıl töhmetlerle itham altında bırakanlara ne demeli?

Keşke onlar, “zulme sessiz kalan, dilsiz şeytandır” ilkesini bilselerdi! Kim bilir belki de zulme sessiz kalanların vebali, o bâtıl ve zalim kelâmları edenlerin vebalinden daha şiddetlidir!

Özellikle de dînin usûlüne dair konularda ve âlimlere yapılan sataşmalar husûsunda sessiz kalmak, daha vahimdir. Bu kibir ehli gafiller bilsinler ki, bu sahte çürük hüccetlerinde onlar, Yahudileri, Nasranileri ve onların dalâlet yolu üzere yürüyenleri selef edinmiş ve onların sünnetine tâbi olmuşlardır.

Sizden öncekilerin sünnetini karış karış, dirsek dirsek takip edeceksiniz. Hatta onlar bir kertenkele yuvasına girseler, siz de oraya gireceksiniz.” Dediler ki: “Yahudi ve Nasranilerden mi bahsediyorsun ey Allah'In Resûlü?” Buyurdu ki:“Başka kim olacak?” buyuran Resûl, ne kadar da doğru söylemiş![13]

Haydi görelim! Yahudilerin, Nasranilerin ve dalâlette onlara benzeyenlerin sünnetini takip ederek, Resûl sallallahu aleyhi ve sellem'in Sünnetine ve Sünnet âlimlerine yardımcı olmak isteyen gafiller kimlermiş?

 

[9] Dokuzuncu Kaide: Bir şeye çok sayıda kişinin tâbi olması, o şeyin 'hak' olduğu anlamına gelmez.

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Eğer yeryüzündekilerin çoğunluğuna uyarsan seni Allah yolundan saptırırlar. Çünkü onlar sadece "zann"a uyarlar ve saçmalarlar.” (En’am 116)

Şeyh Sa'dî (rahimehullah) şöyle demiştir: Bu âyet-i kerîme, hakkın mevcudiyetinin sayı çokluğuna nazaran istidlâl edilemeyeceğine; aynı şekilde sayı azlığının da hakkın mevcut olmayışına delil olamayacağına delâlet etmektedir. Aksine vâkıa bunun tam tersidir. Şüphesiz ki hak ehli, sayıca azdır ama ecir ve kıymet bakımından Allah katında büyüktür. Bilakis vacip olan, hak veya bâtıl oluşa alınan delîlin, yol ve menheclere nazaran çıkarılmasıdır.[14]

Derim ki: Sayı çokluğuna bakarak bir şeyin hak olduğuna dair delil çıkaran cahil cühelâ ne kadar da çoktur! Bilakis onların elinde, hakkı kıyas ettikleri, hak ve bâtılın arasını temyiz etmeye çalıştıkları temelsiz bir kaide ve ölçü vardır.

Sadık basîret sahipleri, hakkın menhecine bağlı olunduğu sürece sayı azlığından endişe etmezler. Çünkü Resullerin baştan sona hepsi de, Allah'ın dînini yaymaya tek başına başlamışlardır. Sonra o Resuller, hayrın anahtarları mertebesine nail olunca, Allah da onların elleri üzerinde gafil kalpleri hakka açmış ve Resuller vesîlesi ile ölü kalpleri ihya etmiştir. Resullerin daveti, yeryüzünün doğusuna ve batısına ihtişamla dağılan güneş ışığı gibi yayılmıştır.

İmam İbn Kayyım (rahimehullah) şöyle demiştir: “Sadık basîret sahibi olan kimse, arkadaşlarının sayısının az olmasından, sayının azalmasından korkmaz. Zira onun kalbi, Allah'ın kendilerine nimet bahşettiği Nebîler, Sıddıklar, Şehidler ve Salihlerin refakatinde çarpmaktadır. İşte onlar ne güzel refîktir! Kulun, talebi yolunda tek kalması, talebin sıdkına delâlet etmektedir. İshak b. Rahuye'ye bir mesele hakkında sual edildi ve o da cevap verdi. Sonra ona denildi ki: “Kardeşin Ahmed b. Hanbel de bu hususta senin gibi kavil veriyor.” İbn Rahuye dedi ki: “Beni destekleyen kimse yok sanıyordum.” İbn Rahuye, doğru olan, kendi lehine zuhur ettikten sonra, kendisini destekleyen varmış, yokmuş önemsemiyordu. Şüphesiz ki hak, açığa çıktığı ve mübîn olduğu demde kendine şehadet edecek bir şahide ihtiyaç duymaz. Göz nasıl güneşi görüyorsa, kalp de hakkı öylece görür. Güneşi gören, gördüğünün güneş olduğu husûsunda herhangi bir bilgiye ihtiyaç duymaz; doğmakta olanın güneş olduğunu bilir ve birilerinin bu bilgiyi desteklemesine muhtaç olmaz.[15]

 

[10] Onuncu KaideHakka sarılan ve hakka davet eden kimseler, kendilerine çirkin hasletler atfedilerek iftiraya uğrarlar.

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Böylece onlardan öncekilere de herhangi bir peygamber gelince, onun hakkında da mutlaka: "Bir sihirbazdır veya bir delidir." dediler. Onlar birbirlerine bunu mu tavsiye ettiler? Hayır onlar azgın bir kavimdir.” (Zariyat 52-53)

İbn Useymîn (rahimehullah) şöyle demiştir: “Yani: Kendilerine gelen resulleri mutlaka “büyücü” ve “deli/mecnun” vasıfları ile vasf etmişlerdir.

Onlar birbirlerine bunu mu tavsiye ettiler? Hayır onlar azgın bir kavimdir.” Yani: Bu ümmetlerin her biri, sonra gelecek ümmetlere, 'Nebîlerinize 'büyücüler' ve 'mecnunlar' deyiniz!' şeklinde bir vasiyet mi yazdılar? Cevap: Hayır. Bunun için Allah Teâlâ “... Hayır, onlar azgın bir kavimdir.” buyurmuştur. Yani: Tavsiyeler olmadı ama zihniyetler birbirini takip etti. Çünkü onların hedefi bir idi: “Resulleri yalanlamak” Onlar, bâtıl söz üzerinde ittifak ettiler. Hakka davet eden kimseleri 'büyücüler vemecnunlar' şeklinde nitelemek, tuğyanın en şiddetlilerindendir.[16]

Derim ki: Vay başıma! Bâtıl lehine taassuba saplananların, halkın gözünde ümmet âlimlerinin itibarını düşürme pahasına da olsa bâtılı müzmin bir biçimde savunanların hâli nice olacak? Daha çirkin olan da şu ki onlar, kendi şerefli ırzlarını savunan ve koruyan kimseleri de, cahiliye ehlinin Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem'e atfettiği yakışıksız ve iğrenç sıfatlarla vasf ediyorlar. Şüphe yok ki bu, önceden beri yaşanan bir sünnettir: 'Ehl-i hak, ehl-i bâtıl ile imtihan olunur.'

Allah, murdarı temizden ayırd etmek için ve bir de murdar kısmını birbiri üzerine bindirip hepsini bir araya getirmek ve topunu birden cehenneme koymak için böyle yapar. İşte bunlar o hüsran içinde kalanların ta kendileridir.” (Enfal 37)

Nebîlerin sünnetini ihya edenlere mübarek olsun! Nebî düşmanı kâfir ve münafıkların sünnetini ihya edenlere ise yazıklar olsun! “... Onların kalpleri birbirlerine benzedi.” (Bakara 118)

Şeyh Allâme Salih el-Fevzan (hafizahullah) şöyle demiştir: “Bu, insanlar arasında Kıyamete kadar sürecek olan hâldir. Küfür, zulüm ve tuğyan ehli, salihleri 'müfsidler' olarak adlandıracaklardır. Tâ ilk devirlerden, Firavun ve kavmi döneminden beri böyle olagelmiştir. Ama bu, ehl-i imana zarar vermez. Ehl-i ıslah da, o zalimlerin verdiği lakaplardan ötürü zarar görmeyecektir. Onlar, ehl-i hakka ve Allah'a davet eden kimselere nice lakaplar takmışlardır.

Örneğin o cahiller, Şeyhulislam İbn Teymiye'yi çirkin lakaplarla anmışlar; Şeyh İmam Muhammed b. Abdulvehhab en-Necdî'ye çirkin lakaplar takmışlar ve onu, insanların akîdesini değiştirmeye çalışan ve halkı tekfir eden bir Haricî olarak tanımlamışlardır. Yine o cahillerin eserlerinde, Sünnet âlimlerine yönelik nice itham, yalanlama ve şer isnadı mevcuttur. Zaten ne zaman ıslah edici biri ortaya çıksa, cahiller onun aleyhine böyle şeyler yaparlar, söylerler.[17]

Derim ki: Acı verici ve çirkin olan husus ise, ehl-i hakka yöneltilen bu zalim ithamlar ile bu bâtıl yalanlamaların “Sünnete destek!” sloganı altında yapılmasıdır. Şayet onlar, insaflı bir gözle kendi içlerine baksalardı, yaptıkları şeylerin “Sünnete yardım!” kisvesi altında ortaya sürdükleri salt “nefsâni hevâlar ve şeytanî vesvesler” olduğunu kesinlikle görürlerdi. İddia ettikleri gibi eğer hakkıyla Sünnete yardım ediyor olsalardı, öncelikle kendi nefislerinde Sünneti hakem tayin ederlerdi, Sünneti içlerinde tahkîm ederlerdi; Sünnetin izleri onların üzerinde zahir olurdu da başkalarına örnek teşkil ederlerdi. Fakat neredeee?? Aksine onlar, Sünnet adına Sünneti katlediyorlar. Hareket ve kuvvet ancak Allah iledir.

 

[11] Onbirinci Kaide: Hakka rücû etmek, bâtılda oyalanıp kalmaktan hayırlıdır.

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “İşte o Allah, sizin gerçek Rabbinizdir. Hakkın dışında sapıklıktan başka ne vardır? O halde haktan nasıl çevriliyorsunuz?” (Yunus 32)

Şeyhulislam Muhammed b. Abdilvehhab et-Temîmî (rahimehullah), Belde-i Haram âlimlerine hitap ederek şöyle demiştir:

“Ben, Allah'ı ve meleklerini ve sizi, Allah'ın ve Rasûlünün dîni üzere şahit tutarım ki: şüphesiz ki ben, ilim ehline ittibâ ederim. Bilmediğim bir hakîkat olursa veya hata edersem ve o husûsu bana beyan ederlerse, ben 'başım gözüm üstüne' der ve hakkı kabul ederim. Hakka rücû etmek, bâtılda oyalanıp kalmaktan hayırlıdır.[18]

Derim ki: Allahu Ekber! “... fakat onları ancak bilenler düşünüp anlayabilir.” (Ankebut 43)

İşte ilim, ehlini böyle tezyîn eder; onlara takva libasını giydirir “... Takva libası daha hayırlıdır…” (A’raf 26) ve onları haşyet elbisesi ile güzelleştirir “... Kulları içinde Allah'tan ancak âlimler korkar…” (Fâtır 28) Cahiller, mütekebbirler ve onların menhecini menhec edinen ehl-i gaflet ve dalâlet ise, hak zahir olsa bile bâtıl üzere yürümeye, bâtılı ayyuka çıkarmaya ve hakkı gizlemeye ziyadesiyle devam ederler. Onlar kendilerine aldırış etmezler, çekidüzen vermezler ve her bir vadide hevâlarına tâbi olurlar; her bir dalâletin içerisinde azgınlığa düşerler.

Hâli ve vasıfları bu minval üzere olan kimseler kesîn olarak bilsinler ki, büyük bir tehlike üzerinde bulunuyorlar. Hakkı sevmeye, hakka yönelmeye ve ehl-i hakkı ve hakka davet edenleri sevmeye mâni olmak, herhangi bir çürük delil kisvesi altında gizlense bile, acil bir cezayı gerekli kılacak yeterliktedir.

 

[12] Onikinci KaideHak üstündür. Hakkın üstüne çıkılamaz, hakka galebe çalınamaz.

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Hayır, biz hakkı batılın başına çarparız da onun beynini parçalar. Bir de bakarsın (batıl) o anda yok olup gitmiştir…” (Enbiya 18)

Şeyh Sa'dî (rahimehullah) şöyle demiştir: “Allah Teâlâ, -bâtıl dile getirilse ve bâtıl uğruna mücadele edilse bile- hakkı hak, bâtılı da bâtıl kılmayı üstlendiğini haber veriyor. Şüphesiz ki Allah, haktan, ilimden ve beyandan, bâtılı bertaraf edecek şeyleri indirir de bâtıl darmadağın olur ve herkes için de bâtılın bâtıl olduğu ortaya çıkar.[19]

-&-




[1]    Teysîru'l Kerîmi'r Rahman, 186
[2]    Fetâvâ, 20/164
[3]    El-İttibâ, 25
[4]    Teysîru'l Kerîmi'r Rahman, 332
[5]    El-Munkızu mine'd Dalâl, 111
[6]    Tezkiretü'L Huffâz, 1/15
[7]    Ahmed: (27138); Şuayb el-Arnavutî de bu rivayeti tashih etmiştir.
[8]    Şerhu Mesâili'l Cahiliyye, 128-130
[9]    İktizâu's Sırâtı'l Müstakîm, 74-1/73
[10]  Şerhu Mesâili'l Cahiliyye, 282-283
[11]  Şerhu Mesâili'l Cahiliyye, 279
[12]  Şerhu Mesâili'l Cahiliyye, 90-92
[13]  Buhari, 3197; Müslim, 4822
[14]  Teysîru'l Kerîmi'r Rahman, 291
[15]  İğâsetu'l Lehfân, 1/70
[16]  Zâriyat Sûresi Tefsîri, 163-165
[17]  Şerhu Mesâili'l Cahiliyye, 196-197
[18]  Şahsî Risaleler, 42
[19]  Teysîru'l Kerîmi'r Rahman, 603